25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir Şehrin Karanlık Yüzü

Dün gece CBS Reality kanalında '24 hours to kill' diye bir programa takıldım kaldım. İlgimi çeken Dublin'de 2001 yılında işlenen bir cinayeti anlatıyor olmasıydı. Oldum olası bu tür olaylara ilgim vardır. Boş zamanlarımda seri katillerle ilgili yazıları, mahkeme tutanaklarını okumayı çok severim. Bu bir zevk değil benim için tam tersine kötülüğü çözme arzusu diyelim. Sanki bu gizemi çözersem insanlık daha iyiye gidecekmiş gibi düşünmem. 
Neyse konuya geleyim, 21 yaşında göçmen bir Romen vatandaşı olan Adrian Bestea'nın cesedi Dublin'in güneyinde bulunan Royal Canal'da, bir bavulun içinde atılmış olarak bulunuyor. Garda araştırma yapıyor kimlik tespiti için; televizyonlarda cesedin ve maktülün giydiği kahverengi deri ceketin resmini yayınlıyor. Adrian'ın bir arkadaşı ceketi tanıyor ve polise gidip ihbarda bulunuyor. 
Daha sonra yapılan araştırmada Adrian'ın  Ukraynalı,  Latvialı ve kimliği tam olarak tespit edilememiş ama büyük olasılıkla Latvialı olduğu düşünülen 3 kişi tarafından uzun saatler dövülerek öldürüldüğü bulunuyor. Olay yeri Adrian'ın birlikte yaşadığı kız arkadaşının, Marina, Sandymount'ta bulunan dairesi. Polis daireye gittiğinde her yer kan içinde, kimliği meçhul olan katil zanlısı dışındakiler tutuklanıyor, cezalar veriliyor. Cezalarını çektikten sonrada hepsi ülkeden sınırdışı ediliyor. 
Bu olay gazetelerdeki üçüncü sayfa cinayet haberlerinden herhangi biri. Ama olayın beni etkileyen yönü bu insanların hikayeleri oldu. Bu üç adamı Marina kiralıyor, amaç da Adrian'a dersini vermek. Marina yanlış hatırlamıyorsam Rus ve 31 yaşında o zamanlar. Rusya'da bir kızı var. Dublin'e geliyor, para kazanmak için. O sırada Adrian ile tanışıyor ve birlikte yaşamaya başlıyorlar. Marina çok çalışkan bir kadın, canını dişine takıyor ve bir sürü işte çalışıyor. Polis Marina'nın işverenleriyle konuştuğunda olumsuz tek bir söz söylemiyorlar hakkında. Adrian ise, yaşının da getirdiği umarsızlıkla mı desem, çalışmayı sevmiyor, çok içki içiyor ve sürekli çapkınlık yapıyor. 
Günler geçtikçe işler çığırından çıkıyor elbette ve Marina sürekli olarak şiddet görüyor Adrian'dan. Bir akşam arkadaşlarıyla buluşmak için hazırlanan Marina'yı Adrian boğmaya kalkıyor. Marina kaçmayı başarıp arkadaşlarının yanına gidiyor, yüzü gözü kan revan içinde. Arkadaşlarından biri polise git diyor, diğeri bu üç adamdan bahsediyor ve onların Adrian'a gerekli dersi verip kadının bu kabustan kurtulmasını sağlayabileceğini söylüyor. Marina'nın tek isteği Adrian'ın evden gitmesi. Ve sonra olanlar oluyor, saatler süren işkence, dayak...
Televizyon'da olay üzerinde yapılan yorumlar çok ilginçti; olayın bu hale gelmesine etken olarak Ukraynalı ve Latvialıların Romenleri sevmemesi gösterildi mesela. Bu bir etken olabilir ama cinayetin (sözde) meşrulaştırması için bir neden olarak gösterilemez elbette. 
Burada hangi yabancı ile tanışsam hepsi birbiri hakkında atıp tutar, İrlandalı İngilizi sevmez, Hollandalı Almandan haz etmez gibi gibi.
Bu insanlar göçmen oldukları ve çoğu da kaçak çalıştıkları için bir sorunları olduğunda polise gidemiyorlar, korkuyorlar. Marina şiddet görüyor ama polise gidemiyor ve böyle bir yola başvuruyor. Sonucu belli ama sonucunu göremediği trajik bir olayların kurbanı oluyor. Kendini güvende hissedemediği bir dünyanın içinde adaleti adaletsiz yollardan yerine getirmeye çalışıyor.
Kim bilir kaç Adrian, Marina şu anda buna benzer olaylar yaşıyor? Ya sineye çekip kaderine razı olmak zorunda kalıyor ya da tünelin sonundaki ışığı görmeye çalışıyor? Bu dünyada herkesin amacı aynı insanca yaşamak, mutlu olmak, bu kimilerine altın tepside sunuluyor kimine sadece ve sadece bir hayal. 
Nereden girdiniz hayatıma Adrian ve Marina? Ben mutlu mesut yaşayacaktım küçük dünyamda, yarın ne giyeceğimi düşünecektim ya da ne yiyeceğimi. Huzursuz ettiniz beni, sizin yüzünüzden kapımı sıkı sıkı kilitledim, uyuyamadım. 
Dublin May 25, 2013.        

24 Mayıs 2013 Cuma

İÇKİ YASAĞI ÜZERİNE SIĞ DÜŞÜNCELER

Bu konuda çok da fikir beyan etmek istemiyordum ama yazmaya karar verdim. Bunun nedeni de sosyal medyada paylaşılan yazılar, resimler. 

Bence biz yine yanlış yerden bakıyoruz olaya ve yanlış şeyleri protesto ediyoruz. Yasağın içeriğine girmek istemiyorum çünkü esas konu bu değil. Daha önce de sigara yasağı kondu, büyük çoğunluk 'oh nefes aldık, merhaba sağlıklı yaşam' dedi ve sigara tiryakileri pek de seslerini çıkarmadı. Şimdi aynı şey içki için söz konusu. Ama nedense daha çok tepki çekti bu olay, buradan  içki zararlı değil çıkarımı yapılamaz elbette.
Aslında içki bütün ülkelerin problemi, daha çok da bireylerin, kimbilir kaç aile dağıldı bu yüzden, kaç insan yitti gitti. Yürürlüğe konan yasakların hemen hepsi Avrupa ülkelerinde uygulanan yasaklar, belli saatler içinde içki satın alamazsınız mesela, halka açık yerlerde içki içemezsiniz, yaş sınırı uygulaması vardır, ancak belli yerler içki satabilir, normal zamanda içki satan yerler yine bazı özel günlerde içki satışı yapamaz. Pek çok ülkede içkili araba kullanmanın ağır yaptırımları vardır.
İrlanda'da, örneğin, bu yasaklar mevcut, ancak tabii ki toptan yasaklanamaz. Çünkü sisteme aykırı, İrlanda devleti koskaca Guinness fabrikası kapatmaz, ekonomiye büyük darbe vurur, kendi eliyle kendi ölümünü hazırlar bir anlamda.
Benim itirazım olan konu ise ülkenin içinde bir sürü yasaklar var onlara neden bu kadar tepki göstermedik. Sesleri duyar gibiyim 'hayır gösterdik' ya da 'gösteriyoruz' diye ama durum hiç de öyle değil.
Türkiye bugünlere 10 yıl önce gelmedi, bu yarım asırdan fazladır bastırılmış seslerin dışa vurumu, daha da önemlisi intikamı.
Türbanlı 'kadın'lar üniversitelerde okuyamadı başları kapalı diye. Eğitim herkesin hakkı ama onlara bu yol kapandı. Gerekçe de laikliğin elden gittiğiydi.  Yıllarca laiklik edebiyatı dinledik, o zamanlar bu hak verilseydi onlara ne güzel olurdu. Ama verilmedi, halk halka düşman oldu. Laikliğin ölçüsü türban mıydı yani? Bu boş safsatadan başka bir değil(di). Çünkü biz kendi içimizde o kadar çok çelişki içindeyiz ki. En basit soru şu herhalde: Devletin bana verdiği nüfus cüzdanında din hanesi varsa laiklikten söz edilebilir mi? Bence edilemez. Şimdi gelelim işin retorik kısmına ben bu nüfus cüzdanını aldım, orada yazıyor 'Adı, Soyadı, Doğum yeri, Dini'. İtirazım olmadığına göre bu bilgileri kabul ediyorum.  Ee her dinde içki yasak değil mi? O zaman neyi protesto ediyorum? Ne tuhaf bir mantık değil mi? Dinimin onaylanmasını kabul ediyorum devlet tarafından, din zaten belli dayatmaları olan bir sistem. O zaman onun gereklerine göre davranmam gerek.
Ama olmaz öyle şey! Benim dinimden devlete ne, benim inancımı devlet mi belirleyecek. O zaman benim itiraz edeceğim şey içki yasağından çok daha büyük bir şey.
Bir yandan devlet yasak koyar, öte yandan içki üreticileri içki üretip satmaya devam eder. Devlet buna bir şey demez, paralar, elde edilen kârlar cebe indirilir. Ne yaman çelişki. Bu çelişkinin ortasında kalan bireyse uğraşır da uğraşır, kafa yorar. Bunalıma girer, kar peşinde koşanların oyuncağı olur. 
Bizim sorgulamamız gereken sistemdir, hükümetler gelir geçer, ama değişmeyen sistemdir. Çünkü para ve birilerinin cebine giren kârdır onların sistemini işleten. Bunu görmedikçe daha çok bunalım yaşayacağız, daha çok 'ergence' çıkışlar yapacağız.
Bu işler hep bana ile olmuyor, bana dokunmayan yılan bin yaşasınla olmuyor işte. Ben anadilimle konuşayım öteki beni ilgilendirmezle olmuyor. Olmuyor da olmuyor işte. Benim için bireyin en temel ihtiyaçları -eğitim, kendi dilini konuşma, düşüncelerini dile getirme, yazı yazma vs- devlet tarafından korunmaya alınmadığı sürece içki miçki bahane olur.    
   

Hüzün

Bu kavram, bu duygu bir türlü peşimi bırakmıyor, senelerce aklıma gelmiyor ama bir anda ve özellikle zayıf bir anımda beni yakalıyor. Hem gü...