31 Aralık 2016 Cumartesi

Yaşam mı Ölüm mü?


Yaşamdan mı yoksa ölümden mi yanayız?
Yaşamdan kim vazgeçebilir? Öyle kolay mı dünyanın sensiz döneceğini kabul edebilmek, sevdiklerinden ayrılmaya rıza gösterebilmek? Yaşamdan vazgeçmek tümden umudunu kaybedip karanlığa gömülmek değil de nedir?
Ölüm korkutucudur; nasıl olduğunu, ölüm anında ne düşüneceğimi, acı çekip çekmeyeceğimi bilemediğim koskoca bir boşluk. Her bilenemezliğin korkuttuğu gibi korkutur beni ki bir de bunun 'ölüm sonrası' ne olacak bilinmezliği de var.
Ölümden hep korktum, çocukluğum ve özellikle ergenliğim ölümü düşünmekle geçti. Bir ara 'yangın olsa nasıl kurtulurum, arabayla denize düşsem ne yapmalıyım?' gibi soruların yanıtlarını aradığımı anımsıyorum Zaman ilerledikce ölüm korkum azaldı ya da belki ölümü daha az düşünmeye başladım. Ölmek istemem, uzun yıllar akıl ve vücut sağlığım yerinde yaşamak isterim- akıl sağlığımı yitireceksem yaşamanın ne anlamı var? En çok da ileride neler olacak, neler keşfedilecek, neler icat edilecek, dünya nasıl bir yer olacak, barış egemen olacak mı, insanlık nereye gidecek vs. tüm bunlara şahit olmak için ölmemeyi isterim.
İnsan yaşamaktan korkar bazen, bugünlerde düşünüyorum bunu, yaşamaktan korktuğumu. Hiçbirimiz durağan yaşamıyoruz, kafalarımızın içinde binlerce düşünce var. Hareketsiz bir insan düşünün yani aktif bir sosyal hayatı olmayan ama okuyan, gündemi takip eden birini. Böyle biriyle konuşmaya başladığınızda size anlatacak bir sürü şeyi vardır çünkü düşünür, tartar, biçer, sorgular. Durağan bir yaşam inişleriniz çıkışlarınız olmayacak anlamına gelmez. Düşünmek öyle bir eylem ki zamanın durduğunu hissettirir insana. Ezcümle yaşadığımız her şey dış etkenlerle düşündüklerimiz ve onları nasıl aktardıklarımız bana göre.
Etrafınızda savaşlar, cinayetler, acımasızlık, hoyratlık, bezginlik hakimse eğer, siz de yaşamaktan korkmaya başladığınızı hissediyorsunuz, mücadele gücünüz azalıyor. Ve elbette günlerin, ayların, gelecek yılın ne getireceğinin belirsizligi bu korkuyu besliyor.
Düşünmesek geleceği, sohbetler çözümsüz ve içi boş politik konusmalara yenik düşmese yaşamayi daha çok isteyeceğim. 
Ve bir de barış olsa, kanatlarından damla damla sevgi akan barışın kuşları tüm dünyayı kuşatsa, işte o zaman ne ölümden ne de yaşamaktan korkarım.

İstanbul, 31.12.2016

3 Aralık 2016 Cumartesi

Hoşçakal Arkadaşım Dublin!

Çok sevdiğim Dublin'den ayrılma vaktim geldi artık, bu Pazartesi yani 5 Aralık öğleden sonra İstanbul'a doğru yola çıkacağım. Bunca sene bana arkadaşlık eden, sokaklarını ezbere bildiğim dostumdan ayrılıyorum. Seni hiç unutmayacağım dostum, unutmam mümkün mü zaten. Beni kabul ettin, sözümü bir kere bile kesmeden dinledin beni, gözyaşlarıma tanıklık ettin, sevinçlerime ortak oldun. Gündüzleri gipgri giyinsen de, geceleri ne yıldızlarını esirgedin benden, ne de Ay'ını.
Huysuzluğum üstümde senden ayrılacağım için, ama geleceğim yine seni görmeye.

Ben buradayken nelere tanıklık ettik seninle bir düşüneyim: iki genel seçim, iki nüfus sayımı, bir başkanlık seçimi, bir ya da iki yerel seçim, 'marriage equality' referandumu ve kabul edilişi, bir sürü noel tatili, cadılar bayramı ve St. Patrick's Day, Howth'ta yaşarken muhteşem bir kar yagışı, sayısız yağmur ve fırtına, daha az olsa da güneşli günler, bir sürü konferans, konuşma, ders.

Çok zor, güzel ve hüzünlü Dublin'im senden ayrılmak, şimdiden gözlerim dolu dolu, kendime söz verdim ayrılırken drama yaratmayacağım diye. Biliyorum gizli gizli ağlayacağım kimseler görmeden beni, sözünü de fazla etmeyeceğim, dillendirmeyeceğim seni, sırf özleminle başedebilmek için. Seni benden daha az tanımış insanları hüzünle dinleyeceğim sanki seni hiç tanımamış, sevmemiş gibi!
Seni seviyorum arkadaşım Dublin, hoşçakal!



Dublin, 03.12.2016

12 Kasım 2016 Cumartesi

Yaşamın Derinliği

Çok değil bir kaç sene önce bu konuda yazı yazmayı aklıma getirmezdim bile, ne demek yaşamın derinliği? Ne ifade ediyor benim için?
Tarif edecek olursam delici bakışlarınızla bir şeyin ötesini görmek bu derinlik, düşünün ki asfalt bir yoldasınız ve bakışlarınoz asfaltı delip geçiyor ve şehrin altındaki karanlık dehlizlerde neler olup bitiyor görebiliyorsunuz.
Uzun yıllar seyretmek, gözlemlemek ve sonucunda ulaşılan düşünceler, hisler, tepkiler, savaşlar ve uzlaşılar kazandırıyor bu derinliği. Yaşamı ağır ağır yaşamak gerek derinlik kazanmak için ama bunun yaninda çokça da düşünmek.
Yaşamın bir akışı var, bir işleyişi, size aldırmayan ve siz olmasanız da devam edecek. Belki sonlanırken yaşamınız yanınızda sevdikleriniz olacak ve siz onların farkında bile olmayacaksiniz ya da yalnız olacaksınız ve sizi sevenlerin hasretini çekeceksiniz.
Yaşamın bir hüznü var, hep varolan ve zaman zaman ağırlığını hissettiren. Peşpeşe yaşanan hayalkırıklıklarıyla, kayıplarla öğrenilen ve kabul edilen bir hüzün bu.
Adaletsizlik hakim bu yaşamda, güçlünün ezdiği bir dünya, güzel insanların öldürüldüğü, katledildiği, ama çocukların içlerinden geldiği gibi gülebildiği.
Bilenlerin sustuğu bilmeyenlerin biteviye konuştuğu, anlam veremediğim ama hissettiği gücünü mesleğinden, oturduğu semtten ve hatta yakın arkadaşının herhangi bir başarısından alanların yaşadığı bir yer; rengarenk, siyah ve beyaz, tertemiz ve bulanık, düşüncemde özgür ama köle olduğum bir yer bu yaşam.
Yine de öyle merhametle dolar ki yüreğim kızmam kimseye, iyilik, kötülük, güçlü güçsüz birbiriyle harmanlanır ve hepsinde kendimi bulurum.



Dublin, 12.11.2016
   

2 Kasım 2016 Çarşamba

Ben Doktorum, Çekilin!

7 Şubat'ta 'Doktora Sınavı ve Kırık bir Kalp' diye yazi yazmıştım. Sınavda düzeltme yapmamı istemişlerdi ve tezim tekrar değerlendirilecekti. 4 ay gibi bir süre uğraştım düzeltmelerle ve Temmuz ayında yeniden teslim ettim tezimi. O zamandan beri de bekliyordum sonucu. Nihayet bugün Doktor olduğumu öğrendim. Çok mutluyum ve şu anda kelimelerin duygularımı anlatabileceğini sanmıyorum.

Öğrenir öğrenmez mentor'um Prof. John Dillon'ı aradım telefonla, anneme ulaşamamıştım. Sonra abimi aradım ve 'Ben Doktor' oldum deyip ağlamaya başladim. O da şaşırdı ve 'Tebrik ederimmm!' diye bağırmaya başladı. Ardından iki yeğenim aradı, bu arada ben ağlıyordum durmaksızın. En nihayetinde de annemle görüştüm.

Çok ama çok zorlu bir yolculuk oldu benim için, çok şey öğrendim, değiştim, dönüştüm.

Şimdi oturdum, bu yazıyı yazıyorum, bir yandan da müzik dinliyorum kahvemi yudumlayarak.


Dublin, 2.11.2016

20 Ekim 2016 Perşembe

İçimdeki Hapishane


Her yazımın bir esin kaynağı var, bu yazımın ilhamını Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'nden aldım. Uzun süredir aklımdaydı bu konu, daha çok yürürken düşünüyordum üzerinde ve kitabı okumaya başlayınca da yazma isteğim başedilemez hal aldı, okun yaydan fırlaması gibi düşüncelerim beynimden taşıp kelimelere dökülüverdi. Başlamadan önce biraz Pamuk'tan bahsedeyim. Onunla ya da yazdıklarıyla aramda özel bir bağ olduğunu düşündüm hep; nedeni de bildiğim yerleri anlatıyor, o anlattıkça eski anılar canlanıyor, onunla geziyorum bir zamanlar gezdiğim sokakları, onunla hatırlıyorum; hatırlatıyor bana geçmişimi ve aslında yaşadığım ne çok insanı ve olayı unuttuğumu.
İnsan beyninin oyunları korkutucu olabilir, olmayacak şeyleri olacak ya da olmuş gibi hissettirebilir, insanı hiç inanmayacağı şeylere inandırabilir, hayal ettirir. Düşünüyorum; unutamasak nasıl olurdu acaba? İnsan daha çok acılarını anımsıyor, mutlu anlar daha kolay unutuluyor. Geçmişimizde ne hep acı ne de hep mutluluk var ve eğer mutluluklarımızla acılarımız dengede olsa, yaşamaya daha 'ayık' devam edebilir miydik? Zayıflıklarımızla daha kolay yüzleşebilir miydik ve böylece daha sağlıklı bireyler olabilir miydik? Benim yanıtım neden olmasın, yani unutmak her zaman bir nimet değil bizim için, bu yüzden kişisel tarihimizin müzelerini kurmak gerek geç kalmadan. Bunun yolu benim için yazmak mesela, duygularımın, esinlerimin, düşüncelerimin müzesini kuruyorum yavaş yavaş - sonraları fotoğraf ya da video çekebilirim, ya da belki resim yaparım.
Uzun süredir beni saran bir duygu var, ne yaşarsam yaşayayım fark ettim ki beni bir sekilde buluyor ve ele geçiriyor. Bu duygu yüzünden geleceğimi düşünmek işkenceye dönüşüyor. Zaman içinde verdiğim tepkiler görece olumluya evrilse de, 'kendini kurban olarak görme' duygumla tam anlamıyla başa çıkamıyorum. Böyle hissettiğim zaman kendimi sevmiyorum, sonrasında kendine acıma, neden bu benim başıma geldi düşünceleri, serzenişleri beni yiyip bitiriyor. Oysa kabul etsem yaşadığım her ne olursa olsun herkesin başına gelebileceğini ve ego kalkanlarımı indirebilsem daha kolaylaşacak hayatım.
Neden kurban olarak görüyorum kendimi, ve neden tam da bu yüzden savaşma gücümü yitirip çaresiz hissediyorum? Neden ben ve diğerleri, neden ben ve hayat? Ne zaman ve nereye hapis ettim kendimi?
Müzemin içinde bir bina var: onun içindeyim, koskoca bir bahçesi var, ağaçlarla dolu bir kısmı, büyük bir kapısı var ve hafif bir yokuşu çıktıktan sonra ulaşıyorsunuz bu iki katlı binaya. Ben ilk katındayım, yaşları 3-6 arasında bir sürü çocukla birlikteyim orada. Sevilmediğim bir yer, sevilmediğimi, istenmediğimi hissettiğim, sevemedigim bir yer. Ve zorla yediğim yemeklerin olduğu, zorla öğle uykusuna yatırıldığım, gözlerimi kapalı tutarak kırpıştımaktan bir hal olduğum, uyuyor numarası yaptığım bir yer, ağladığım, aşı olmaktan korktuğum, yapayalnız hissettiğim bir yer burası. Başımızdaki uzun düz saçlı, zayıf kadın beni sevmiyor. Aklımda kareli kloş etek ve beyaz bır gömlek giymiş haliyle kalmış.
İsmini dahi anımsamadığım bu kadının annem babam hakkında konuştuğunu duyuyorum ve üzülüyorum, acı cekiyorum bu yüzden. Beni sevmiyor ve anne babamı da sevmiyor. Mutsuzum hem de çok mutsuzum, çocuk halimle mücadele edemiyorum, sesim çıkmıyor, konuşamıyorum. Öylesine içime kapanığım, hep sıkılıyorum, boğuluyorum, Sanki hep başım önümde oturuyorum, kendimi o kadar zorluyorum ki kurdeşen döküyorum. Sırf o kadın beni sevsin diye sessiz oturuyorum, oyun oynamıyorum, yaramazlık yapmıyorum, yeter ki beni sevsin, yeter ki annemle babamı sevsin, onların arkasından konuşmasın, ama o aldırmıyor, beni görmüyor ve konuşuyor, konuşuyor.
Utandırıyor beni oradakiler, bizimkiler de çok yardımcı olmuyorlar. Herkesin annesi babası çocuklarını almaya geliyor benimkiler hariç, bekliyorum onları, ağlıyorum yanıma kimse gelmiyor. Sanki herkes acıyor bana, ben de onların, o kadının, annemle babamın, abimin kurbanı oluyorum, bir türlü mücadele edemiyorum.
İçimdeki hapishanem bana kendisini hatırlatmaya devam ediyor başka başka olaylarla. Nasıl kurtulurum bilmiyorum! Gözlerimi kapatıyorum ve şunu hayal ediyorum: duvara yaslanmışım, her yer günlük güneşlik, önümde masmavi bir gökyüzü uzanıyor, göğsümü açıyorum bir sürü güvercin çıkıyor, göğe doğru uçarak uzaklaşıyorlar, onlar uçtukça siyah olan güvercinler beyaza dönüyor.
Bu bir hayal ve ben şunun farkındayım siyah da olsa o güvercinleri sevmeliyim, hepsinin gözlerinden öpmeliyim ta ki hepsi bembeyaz oluncaya kadar.
Dublin, 19.10.2016



9 Ekim 2016 Pazar

BARIŞ

Ankara Barış Miting'inde insanlar öleli dolu dolu bir yıl oldu. Nasıl bir ironidir ki barış mitinginde saldırı oldu ve insanlar katledildi; kalplerimizi yaralayarak bir daha dönmemek üzere gittiler. Bugün yazmak istedim özlemini çektiğim, bir türlü başaramadığımız, elde edemediğimiz güzel 'sözcük' BARIŞ hakkinda. Zor olsa da Barış'ı sağlamak, kalemimim yetttiğince anlatmaya çalışayım karşıtıyla birlikte Barış'ı ve Barış'ın felsefesini.
Barış savaşa yol açmaz ama düşünsel varlığını savaşa borçludur. Evet, savaş olmasaydı hiçbirimiz Barış'ı düşünmeyecek, Barış ı özlemeyecek, Barış'ı umut etmeyecektik. Barış'ın var olması için tarafların uzlaşmaya gönüllü olması, birbirinin varlığını tanıması ön koşuldur. Uzlaşı tarafların eşit haklara sahip olduğunun farkında olması halidır. Bir taraf diğerini eşit görmüyorsa, yani üstün görüyorsa diyelim, Barış'ın sağlanması olanağı yoktur. Tarafını üstün görmek ne pahasına olursa olsun haklı olduğunu düşünmeye yol açar ki dediğini yaptırma, manipule etme, küçümseme, zorlama gibi savaşa yol açacak duruma getirir tarafları. Barış için empatik olmak gerekir; ötekinin gözleriyle bakabilmek, ötekinin acısını hissetmek ve isteklerine hak vermek. Savaş ve çatışma olduğu sürece Barış umuttur, özlemdir, özlenendir. Barış'ın olduğu yerde savaş olsun diye umut edilmez. Barış'ın doğasından gelir yapıcılık, var etme, sevinç ve yaşam, savaş ise yıkımdır, yok oluşdur, acı ve ölümdür. Barış gülen bir çocuksa, savaş eli sopalı bir yetişkindir.
Mavi göklerde uçan bir kuştur Barış, hep üstümüzde uçmasını dilediğim. Gün olur da biri yakalarsa incinmesini istemediğim umudum, o hep uçsun ki güzelliklerinı dört bir yana dağıtabilsin.

Dublin, 09.10.2016

8 Eylül 2016 Perşembe

Zorba

Hep en zayıf anımda yakalar beni
bilir yalnız olduğumu, bilir bir nefese muhtaç olduğumu,
sevilmek isterim, ilgi beklerim,
ele vermek istemem kendimi, o ise çoktan çözmüştür beni;
bilir kusurlarımı, utançlarımı ve en derin yaralarımı.
Başedemeyecek kadar büyüktür acım,
çok eskilerden kalma.
Duymak istemem sesini,
derinden bakan gozlerim görmek istemez gozlerindeki
öfkeyi.
Ama o yılmaz, gelir bulur beni,
hep en zayıf anımda yakalar,
deşer bir kez daha yaralarımı, acıtır bıkmadan usanmadan canımı.
Zanneder ki acımdan, canımı acıttığından
oysa ağlarım
insanlığıma,
ağlarım zorbalığına.

Istanbul, 09.09.2016




3 Eylül 2016 Cumartesi

Yüzleşme


Yüzleşme acı veren, en gizli yaralarımla,
küçücük hissettiren, yok eden korkularımla.
Aklıma geliyor en çok yalnız kaldığımda, sığınmak istiyorum, neye ya da kime bilmiyorum.
Ait olamama duygusu, çekip gitme isteği:
bir dağın tepesindeyim, ayaklarımı vücuduma doğru çekmişim, kayalar var ve oturuyorum;
aşağıya dikmişim gözlerimi, bakıyorum, sislerle kaplı her yer.
Belli belirsiz bir hayal, kafamdaki imgelerden biri sadece bu.
Yatağımdayım, gece karanlık, ağlıyorum, korkuyorum yalnız kalmaktan, dünyada yapayalniz olmaktan, sadece kendi nefesimi duymaktan.
Çocukluğumu tutuyorum ellerimde, teselli etmek istiyorum,
sarılmak, saçlarını oksamak.
Ağlıyorum ağlıyorum ve dua etmeye başlıyorum çünkü yalniz olmak istemiyorum,
korkuyorum kendimden,
korkuyorum
kendimde kaybolmaktan.

Istanbul, 03.09.2016 

26 Ağustos 2016 Cuma

Istanbul, Sevgilim

Hasret Sehnsucht 2015 yapımı İstanbul'u anlatan bir belgesel film, yönetmeni, oyuncusu, anlatıcısı Ben Hopkins. Çok etkileyici bir film ve zor, seyretmesi zor, hiç bir kareyi kaçırmak istemiyorsunuz, insanların yüzlerine uzun uzun bakmak istiyorsunuz. Bir kere yetmez deyip bir kaç kez izleyeceğim dediğiniz, her seyredişinizde başka bir detayı yakalayacağınız filmlerden.
İstanbul belgeseli deyince aklınıza parlak, şatafatlı, havalı İstanbul tanıtımları gelmesin, anlatılan bambaşka bir şehir, İstanbul'u yaşayanların bildiği - ya da tahmin edebileceği demek daha doğru - bir şehrin öyküsü. Filmin açılışı şaşırtıcı: film ekibi bir konteynerin içinde yolculuk edip gelmiş Haydarpaşa Limanı'na; Hopkins düşük bütçeli bir belgesel çekeceklerini bu yüzden böyle yolculuk ettiklerini söylüyor. Ama filmi izledikten sonra anlıyorsunuz ki İstanbul'daki illegal yaşantıya bir gönderme bu, binlerce, milyonlarca mülteciden biri gibi göç ediyor Hopkins İstanbul'a. İstanbul karşıtlıkların şehri, yasal olanla yasal olmayan yani görünen görünmeyen uzunca işlenmiş filmde: film ekibinin kaldığı otelin güleryüzlü çalışanı Diyarbakırlı Serhat şehirde yaşayan resmi rakamların çok üstünde Diyarbakırlı olduğunu söyler, illegal çalışan, sigortasız, sömürüye açık, sınıf atlamaya çalışan milyonlarca Doğuludan  biridir o da. Yurtlarından göç etmiş iş arayan Afganlar, Suriyeliler; Sünni çoğunluğun olduğu şehirde Gazi Mahallesi'nde Armutlu'da yaşayan Aleviler, un torbasını ne kadar boşaltırsanız boşaltın her yumruk atışınızda dökülen una benzetilen kadim halk Ermeniler, Ruslar, Sünniler, Sufiler... İstanbul'u yaşatanlar, şehri yaşayanlar    
İstanbul'a girmek için gümrükte sorulan klasik 'Nerede kalacaksınız, neden geldiniz?' soruları yerine 'Kediniz var mi?' sorusuna yanıt vermelisiniz. Bu başta anlamsız gelse de sonra anlam kazanacak bir soru. Filmin kırılma noktası aktör ve sözde tarihçi Faruk Korkmaz'ın sahneye çıkması, filmin bilgesi ve delisi o. Kim sevmez bilgeleri, ben her bilgeyi dinlemeye bayılırım, bilirim ki onlar sahneye çıktıklarında bir şeyler değişecek. Öyle bir tarihçi ki Korkmaz bize dünyada insanların olmadığı zamanlarda kedilerin hüküm sürdüğünü, şimdilerde İstanbul'da kediler nezaretinde yaşadığımızı söylüyor. Ona göre martılar şehrin kolluk kuvveti, ve martılar ve kediler aralarında haberleşiyorlar. Uçuk kaçık şeyler olsa da söyledikleri, Korkmaz'ı sadece İstanbul'u yaşayanlar anlar. Kediler ve martılar, ama daha çok kedilerdir İstanbul'un simgesi, sessiz tanıklarıdır onlar ölümlerin, korkuların, zifiri karanlığın: onlar ölülerden medet umanlara gülüyorlar mıdır dersiniz?
Sözde tarihçi Korkmaz - ki artık Hopkins'in öğetmeni ve yol göstericisi olmuştur - şehrin hayaletlerinin kaydını da tutmuştur hem de telefon numaralarıyla birlikte, bu kaydı Hopkins'e verince yönetmen-oyuncunun yolculuğu başlar şehirde yaşayanla şehri yaşayanın bir olduğu andır bu, yani filmin kırılma noktası. Sözde tarihçimiz İstanbullu olmanın formülünü de verir: 99 gün İstanbul'da yaşamak.
Bir odyssey Hasret, yalnızca Hopkins'in değil, senin benim yolculuğumuz. Sizce de çok erkek değil mi bu şehir? Karanlıkları erkekler mi temsil eder sadece? İstanbul kendini bütünleyecek, şimdi bir hayalet olan kadınını arayan erkektir. Ya da içindeki kadını yeniden keşfetmesi gereken erkekleşmiş bir kadın. Belki bunca mutsuzluğu o yüzdendir, onun için karanlıktır ve illegal. Bir şehri anlamak, yaşamak için o şehir olmak gerekir, hep uzaktan bakarsaniz sürekli şikayet eden bir ihtiyara dönüşürsünüz. Şehri yaşamak o olmaktır, onu kabulleniştir ve güzeldir. İşte Hopkins bunu yaşıyor ve yaşatıyor.
Yazımı fılmde geçen şu sözlerle sonlandırayım: Ezan sesini duyunca hac çıkaran Ermenilerin yaşadığı tek yer İstanbul'dur, bir de Ingilizcesi: Istanbul is the only place where Armanians cross themselves when they hear azan! Ben bu söze bayıldım, bu çeşitliliğe vuruldum!

Istanbul, 26.08.2016      
    

21 Ağustos 2016 Pazar

Hatirla, Unutma

Hayattaki en büyük korkularımdan biri düşünme yeteneğimi kaybetmek; düşünsenize ne kadar korkunç hatırlamamak, tüm anıların silinmesi, sevdiklerini unutmak, boş gözlerle bakmak etrafa, 'ben' olmaktan çıkmak.
Hep 'ayık' kafalı olmak isterim, hatırlamak isterim geçmişte yaşadıklarımı, üzüntülerimi, acılarımı. Hatırlamazsam eğer bilirim ki aynı yanlışları yeniden yapacağım, güvenmediğime yeniden güvenip yeniden hayal kırıklığına uğrayacağım.
'Ayık' kafalı olmayı isteme hali her zaman geçerli olamaz elbette, en çok da bir acınız varsa, sevdiğiniz birini kaybettiyseniz mesela acınız öylesine büyüktür ki hiç geçmeyecek sanırsınız, ya geçmişe gitmek istersiniz ya da zamanın hızla geçip acınızı bir nebze olsun unutmayı. Yine de geçmişe her baktığımda hatırlamış olmayı isterim, acıları ya da sevinçleri çünkü 'beni' görmeyi, varlığımdan emin olmayı isterim.
Peki ya büyük bir suç işleseydim, bir canlıyı öldürseydim ne olurdu? Unutur muydum? Unutmak ister miydim?  Unutmazdım elbette ama unutmayı isterdim daha doğrusu hiç yaşamamış olmayı ya da yaptığımı düzeltmeyi dilerdim. Işte belki de bu yüzden beynim bana bir oyun oynardı ve unuturdum her şeyi, ta ki geçmişten gelen bir koku, bir müzik parçası, bir şiir, bir yüz bunu bana hatirlatincaya kadar.


Atom Egoyan'in Remember filminden sonra yazdım.



Istanbul, 21.08.2016

2 Ağustos 2016 Salı

Yaşlı ve Cimri Adam Politika

Sağım solum önüm arkam Politika, Politika konuşuyor herkes, Politika'yla yatıp kalkıyor. Memleket meseleleri; ne olacak bu ülkenin hali; gelecek neler getirecek; ekonomi daha kötüye gider mi; bir daha darbe girişimi olur mu; Avrupa Birliği'ne girecek miyiz, girmeli miyiz; Avrupa'yla Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler ne olacak; yeni zamlar kapıda mı yoksa; çocukların geleceği; gençlerin umudu; bir dolu soru, sorun, endişe.
Politika'yı düşünüyorum ve gözlerimi kapattığımda loş bir oda hayal ediyorum, yerleri ahşap kaplı, duvarlarda yer yer çatlakların olduğu bir oda. Beti benzi atmıs bu odanın, silik, karanlık loş, kirli bir tül perde ve aradan sızan ışık hüzmesi. Bodrum katında bu oda, bir koltuk var, tek kişilik, rengi kahverengi toz içinde.
Yaşlı bir adam oturuyor koltukta, saçları gür ve beyaz, üzerinde bir takım elbise var, bacak bacak üstune atmış, kibirli, kaşlarını çatmış, Dickens'ın cimri Ebenezer Scrooge karakterini anımsatıyor bana, adı Politika. İnsanların kanını emen, yaşama zevklerini elinden alan biri bu Politika, eylemsizleştirip hep konuşturuyor insanları, meşgul ediyor zihinlerini, ve evet zehirliyor hepimizi. Ondan ve onun her yere uzanmış kollarından bahsediyoruz saatlerce ve sonu kavgayla, çözümsüzlükle bitiyor sohbetlerimizin. Onun yüzünden yaşlandik, bağnaz, hosgörüsüz ve fanatik olup çıktık.
Oysa kuşları seyretmeliyim, çimenlere uzanıp gökyüzüne bakmalıyım şu anda; hayran olmalıyım bir resme, kendimden geçmeliyim dinlediğim müzikle. Aşık olmalıyım, sevmeliyim, sevişmeliyim, ne bileyim birileri için şiirler yazmalıyım, 'Her insan kendisi için şiir yazılmasını hak etmiyor mu?' diye düşünmeliyim mesela. Sabah uyandığımda neşeyle günaydın demeliyim ev ahalisıne, kahvemi ağır ağır içerken dedikodu yapmalıyım zevk alarak.
Ben Politika'yı değil o beni düşünmeli, beni nasıl mutlu edeceğinin planlarını yapmalı, hayatımı kolaylaştırmalı, sorunlarımı hemen çözmeli ve bana sadık bir sevgili olmalı!

02.08.2016, Istanbul   

19 Temmuz 2016 Salı

Başlıksız

Garip günler yaşıyorum, tuhaf, sıkıcı, geçmek bilmeyen, uzun günler. Dublin hiç olmadığı kadar sıcak, güneş yakıyor. Hoşuma giden bir durum değil bu, benim şehrim yağmurlu, parçalı bulutlu, soğuk ve mahzun olmalı.
Geçen Cuma günü yani Temmuz 15'te askeri darbe girişimi oldu Türkiye'de. Üzerindeki bez parçasından aldığı güçle milyonlarca insanın kaderi üzerinde 'tanrıcılık' oynamaya yeltendi askeriye. Olayı duyduğum an korktum ama öyle böyle değil çok korktum. Dünyada yapayalnız kalmıştım sanki; çaresiz, anne babasının elini bıraktığı bir çocuktum cadde ortasında, yolunu kaybetmiş günlerce uykusuz, aç, susuz, yatacak yeri olmayan bir evsizdim. Aile ozlemiyle gece sokaklarda geziyordum, evlerin ışıklarına bakarak iç geçiriyordum tıpkı eski günlerdeki gibi sanki.
Bir mesaj geldi telefonuma, bir arkadaşım 'seni düşünüyorum' yazmıştı, o anki sevincimi anlatamam, tamam dedim korkmama gerek yok artık. Hemen yanıtladım: teşekkürler, çok korkuyorum. Korkma gibi bir yanıt bekledim ama gelmedi. Bir başka arkadaşımsa şöyle demişti mesajında: 'Haberin var mı bilmiyorum? Televizyonu aç, Türkiye'de darbe oluyor.' Bilmez olur muydum hiç!
Zaten o gece uyumak ne mümkün, sabaha kadar bilgisayarın başındaydım, bir yandan da gözüm televizyonda Al Jazeera'ydı. Aklımdan geçen düşünceler şöyleydi bütün gece:
İnternet bağlantısı kesilirse ne yaparım?
Konsoloslugu arayayım yarın, ama tatil olsun Pazartesi ararım.
Ya telefonla ulasamazsam bizimkilere?
Türkiye'ye uçuşlar iptal olursa burada hayatımı nasıl idame ettiririm param da az, param biterse üniversite yardım eder mi bana?
Bir arkadaşım olmazsa onu ararım durumu anlatırım vs.
O sırada Facebook'tan bir arkadaşım paylaşım yapmamı istedi durumla ilgili, öyle iyi geldi ki bu istek, görev edindim, paylaşım yaptıkça da oradakilerin endişesini paylaşamıyorum duygusu bir nebze olsa da geçip gitti. İlerleyen saatlerde darbenin önlendiğini öğrendim.
Darbe olsaydı neler olurdu?
Sokağa çıkma yasağı ilan edilirdi,
olasılıkla sokaklarda ellerinde silahlarla askerler ve tanklar gezinirdi.
Radyo ve televizyonlarda askeri bildiriler okunurdu sözde demokratik yanlısı, marşlar gırla giderdi, Internet kapatılırdı, ülke dünyaya kapatılırdı.
Sonrasında evlere baskınlar, tutuklamalar, idamlar gerçekleşirdi.
Bunları bilmek için müneccim olmaya ve yaşamaya gerek yok ülkenin öyle bir darbe geçmişi var ki kitaplarda okunabilir.
Bundan sonrası için umutlu muyum?
Evet, nefes aldığım sürece umudum tükenmeyecek. Ülkeyi yönetenlerin tarafında olmam mümkün değil ve ülke yönetimine karşı çıkan diğer çoğunluktan yana olmam da mümkün değil. İnsanların yarattığı ve yaratılan, kodlarımıza kadar işlenmiş büyük canavarı yenmesi lazım bunun yolu da o canavarı tanımaktan, öğrenmekten geçiyor.
Kimseyi inancı için yargılamam, yargılayamam, birinin inancı ya da ateist olmasi beni asla rahatsız etmez; bir insanın nasıl giyindiği kendisini ilgilendirir, giyimiyle ilgili yorum yapmam, yasayış biçimini eleştirmem, giyimine bakıp 'şunu yapabilir, vay utanmaz bunu nasıl yapar!' diye yargılamam. Özgürlüğüm yok deyip sonra da askere hayranlık beslemem, gizli gizli darbe sevicisi olmam. Ünvanlar, okunan okullar, kazanılan paralar, bulunulan statü zerre umurumda değil, bunların hiç biri bir üstünlük göstergesi olamaz gözümde.
Ben özgürlük ve barıştan yanayım, isteğim; Doğu'da barış sağlanması, kendi dilinde konuşma okuma özgürlüğü, fırsat özgürlüğü, her alanda çok seslilik, azınlık haklarının öncelikli olarak korunması ve tabii gündemi meşgul edeceği için idam cezasının geri getirilmemesi, son olarak hiç bir askerin isminı ezbere bilmek öğrenmek istemiyorum ve mümkünse bildiklerimi unutmak.

Dublin, 19.07.2016    
   

30 Haziran 2016 Perşembe

Kalp Ağrısı

sana unutma beni demiyorum
hatırla beni

Zerre


Gökkuşağının renklerine yazmış
umutlarını
bir gölge, bir düş;
konuştuğum,
bir yağmur damlası.

Dublin 30.6.2016









19 Haziran 2016 Pazar

Ölü


Yukarı kaldırıp başını
gökyüzüne bakmıyorsan,
gözlerin yansımanı görüyorsa
sadece
sen ölüsün
Bir çocuğun gülüşü
aydınlatmıyorsa gününü,
yürürken yollarda
korkmuyorsan incitmekten bir karıncayı
sen ölüsün.


Dublin, 19.6.2016






15 Haziran 2016 Çarşamba

Kitap

Sence de tuhaf değil mi
hiç görmediğin birini,
yanındaymiş gibi hissetmek
seni anladığını
gözlerinin içine baktığını
ve sana sarıldığını
düşlemek?
Naiflik değil mi
sevmek kelimelerini,
görmeden
dokunmadan
sadece kelimeleriyle
sevmek birini?

Dublin 15.06.2016

10 Haziran 2016 Cuma

Şair

Denize bakan
o kocaman kayada
otursaydık, güneş ısıtırken sırtımızı.
Rüzgar yüzümüzü yıkardı
denizin sularıyla.
O mahçup çocuksu gözlerinden
öpseydim,
sadece öpebilseydim susarak.
Biliyorum anlardım seni
ve sen daha çok beni.
Maviliğini görürdüm
bir kuşun kanadinda
sen ben, ben sen.

Dublin, 10.06.2016

24 Mayıs 2016 Salı

To Friends



We are apart from each other, though,
Looking at the same sky
At least today, all sunny and lovely



15 Mayıs 2016 Pazar

An

kafam geçmişle şimdi arasında bir yerlerde:
geçmişten bir şarkı ya da bir koku,
anımın duygusundayım aslında,
o anda kalmak,
tam da o anda
dünyada iyi insan'ın varlığını hissettiğim,
saf sevgiyle dolduğum,
küçücük olup büyüdüğüm
o anda olmak.

Dublin, 15.5.2016  

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Özlem

denizi duydum bugün
içime çektim saçlarımda
kapattım gözlerimi
anladım hayat güzeldi

8 Mayıs 2016 Pazar

Şiirli Bahar


yaşasın hayatını isteyen istediği gibi
kime ne zararı var
yürüsem çıplak ayaklarla yaslansam sonra
bir ağacın gövdesine
sonra kapasam gözlerimi maviyi görsem sonra yeşili
yolda yürürken kahkalar atsam
günaydin diyerek gülümsesem kuşlara
sonra düşünsem hep düşünsem hayaller kursam
zıplaya zıplaya ilerlesem
bende birleşse herkes
kafam bin başka kafayla değebilse uzaya
sonra sevsem hep sevsem
ölsem oylesine noktasız virgülsüz severken


Dublin, 8.5.2016


Güven Hissi ve Aidiyet


Bir sabah sehpanın üzerinde kalın bir kitabın durduğunu görmüştüm, yeni bir kitap almıştı babam. Çok okurdu, o kitap okurken güldüğüne inanırdım seyrederdim onu. Kitap Nazim Hikmet'in biyografisiydi, nedense gizli gizli okumaya başladim kitabı, o kadar etkilendim ki özellikle bir şiiri vardı idam edilmiş Adnan Menderes'i yeren, defalarca okuyordum. Anlamaya çalışıyordum neler olmuştu yaşadığım ülkenin tarihinde. Okudukça hem moralim bozuldu, hem de merakım artıyordu; soruyordum 'insan şiir yazdığı için hapse atılır mı?', cevap bulamıyordum. Hani o yaşların psikolojisiyle duyulan şey büyük bir öfke oluyor ve çaresizlik hissi, ve ardindan gelen bir büyük bır boşluk.
Sonra ardı arkası geldi, yine babam hediye etmişti Kürk Mantolu Madonna'yı hemen okuyup bitirmiştim sonra yasamını okudum Sabahattin Ali'nin. Ve o da ülkeden kaçarken Bulgaristan sınırında öldürülmüştü. Bu da bir başka çöküş yaşattı içimde, kocaman bir güvensizlik hissi. Geceleri yatağıma yatardım, yatağım pencerenin önündeydi, gökyüzüne bakardım, sonra yorganın altında dua ederdim, ederdim. Bir daha böyle olaylar yaşanmasın, onlar cennete gitmiş olsunlar derdim.  
Hiç ait hissedemedim yaşadığım ülkeye, içimde koca bir boşluk, çocuk aklımla o ülkenin başında olanlar beni korumasi gerekenler yoktular. Onlar sevdiklerime düşmandılar, bana da düşman oldular. 

Dublin 08.05.2016
  
    

22 Nisan 2016 Cuma

Karikatürleştiremediklerim


Kendini tanımla deseler, ilk söyleyeceğim şey ırkçılığa, ayrımcılığa, faşistliğe karşı olduğumu söylerim. Bu kendimi tanımlama şeklim insan sevgimin de - ve hatta canlı diyeyim - bir göstergesi aynı zamanda ve eşitliğimin ve adaletimin de.
Kendimi tanımladığım bu kavramlar Hitler'i düşündüğümde geçmişte, şöyle sorulara ve aslında savunmaya neden oldu, 'o da senin gibiydi benim gibiydi, neden böyle oldu ve niçin milyonlarca insanin ölümüne, yıkımlara neden oldu?'
Farkındayım yaşadığımın romatizm ve duygusallıkla yoğrulmuş bir çelişki olduğunu, doğruluğuna inanmadığın, insani olmadığını düşündüğün değerlerin en acımasız uygulayacılarından birine insani özellikleri yüklemek. 
Tabii işin içinde 'kötülügü' çözme istediği de var, anlarsam ve bilirsem korkum geçer ve mücadele edebilirim mantığı.
Son zamanlarda fark ediyorum - son iki üç senedir - herkesin belalar okuduğu, ölse de kurtulsak dediği diktatörlere çoğu zaman kızamıyorum, aldırmıyorum ve hatta gülüyorum. İster istemez sorguladım bunu ve düşündüm üzerine. Yanıtı hemen bulamadım ama bir gün gazetelerde bir kişinin insanlık dışı, kışkırtıcı beyanatını görünce, 'varlığı beni rahatsız ediyor ve onunla aynı dünyada nefes dahi almak istemiyorum,' dedim. O kişi bir diktator değildi ama diktatörün askeriydi, gözünü kırpmadan kan akıtacak, çocukları katledecek biriydi. O gerçekti, vukuatları ortadaydı, elinde silahı vardı, gözlerinde duygu yoktu, ve pis ve güç bende sırıtışı yapışmıştı terli suratına.
Neden bu askerden nefret ettim de diktatöre aldırmadığımı sorguladım sonra, şimdilik yanıtı şuydu: diktatörü karikatürlestirebiliyordum kafamda, karikatür olduğu için de ya acıyordum ya da aldırmıyordum, ama o yağlı suratlı askerini değil.         

Dublin 22.04.2016

21 Şubat 2016 Pazar

Chase

a mind attached to the wings of a pigeon
looking for a place that calls home



7 Şubat 2016 Pazar

Doktora Sınavı ve Kırılmış bir Kalp


Cok mutsuz oldugum surekli agladigim 2 gun gecirdim. Hayatimda cok buyuk bir yenilgiye ugradigimi dusunuyorum, icimde buyuk bir bosluk var. Her an aglayabilirim biliyorum, elimde degil, kontrol edemiyorum. Doktora sinavimi gecemedim alti aylik revizyon verdiler butun bu yasadiklarim o yuzden. Dort sene boyunca o kadar cok calistim, aci cektim ve savastim ki bu sonuc cok kotu bir sonuc olmasa da beni ruhen cok sarsti. Toparlanmaya calisiyorum, nesem yerine gelsin diye ugrasiyorum, basimi dik tutmaya cabaliyorum. Biliyorum onume bakmam lazim, bunu onume cikan ve asacagim bir engel olarak gorup hayatima devam etmem gerek.
Ote yandan boyle uzulup de aglamak cok saglikli, bazi seyleri sindirmek, yuzlesmek zaman alir, tepki gostermek, duygulari dizginlememek gerek. Tezime calisirken neler yasamis olabilecegimi benim gibi doktora yapanlar cok iyi anlayacaklardir, depresyon'a girip ilk kez ilac kullandim, stresten hipotiroid oldum, alerjilerim ortaya cikti, cok degil 3 ay once pityriasis rosea'dan muzdariptim. Danismanimdan hic destek gormedim, hatta bana en buyuk kostek o'ydu, kendimi yabanci bir ulkede reddedilmis, dislanmis hissettim.
Her seye ragmen pes etmeyi dusunmuyorum, sinav sonucunun raporu gelir gelmez calismaya baslayacagim ve gerekli degisikleri yapip tezimi beni sinav yapan akademisyenlere gonderecegim. Her sey guzel olacak inaniyorum.

Dublin, 7.2.2016

19 Ocak 2016 Salı

Yüzleşme


Her yazdığım yazida kendimden bir parça var, kaçamayacağim bir şey bu, her yazanın kaçamayacağı bir şey. Bugün düşündüm 'yazilarimda tüm çıplaklığıyla kendimi anlatabilirmiyim acaba?' diye. Başka zaman olsa buna yanıtım 'tabii' olurdu ama zor demek geliyor içimden şu anda. Kendimi anlatacağıma inansam da mutlaka ama mutlaka bir yalan söylerdim, bir şeyi idealize ederdim, özellikle de okunacağını bildiğim için.
Savunmam da şöyle olurdu: 'tüm çıplaklığımla insanların önüne neden çıkayım, neden en zayıf hallerime onları da ortak edeyim.' Ilk akla gelen ve klişe olmuş bir düşünce.
Ama bu klişenin arkasına sığınmayacağım sanırım, en azından bu son günlerdeki duygu durumum ömrüm boyunca çatışma halindeki beynimin ve ruhumun birbirlerini beğenmediğini açığa seriyor. Duygularımı dinlesem beynim ruhumu yiyip bitirir, beynim doğru olan bu dese ve sonrasında yanılsa ruhum bunun acısını ondan çıkarıyor. Hep çatışma, hep kavga, en cok da otobüse bindiğim zaman olur. Aklımdan hızlıca bir sürü düşünce gelir geçer, insanlara bakarım, çoğu zaman gizli gizli. Bazılarını kıskanırım özellikle de yanlarında arkadaşları varsa ve sohbet ediyorlarsa. Normal kıskanmak hele benim gibi yalnız bir insan icin. Hemen bir öykü yazarım haklarında, onlar hep mutludur ben ise mutsuz bu öyküde, şimdi evlerine gidecekler, aileleriyle sohbet edecekler falan filan. Hani şu anda neye sahip değilsem ve olmak istiyorsam onların sahip olduklarını düşünüp kıskanırım, Sonra kıskandığım için kendime kızarım ve aslında iyi bir konumda olduğumu düşünmeye zorlarım kendimi. En cok da yalnızlığımı ne kadar çok sevdiğimi kendime hatırlatıp yoluma devam ederim.  

Hüzün

Bu kavram, bu duygu bir türlü peşimi bırakmıyor, senelerce aklıma gelmiyor ama bir anda ve özellikle zayıf bir anımda beni yakalıyor. Hem gü...