26 Ağustos 2016 Cuma

Istanbul, Sevgilim

Hasret Sehnsucht 2015 yapımı İstanbul'u anlatan bir belgesel film, yönetmeni, oyuncusu, anlatıcısı Ben Hopkins. Çok etkileyici bir film ve zor, seyretmesi zor, hiç bir kareyi kaçırmak istemiyorsunuz, insanların yüzlerine uzun uzun bakmak istiyorsunuz. Bir kere yetmez deyip bir kaç kez izleyeceğim dediğiniz, her seyredişinizde başka bir detayı yakalayacağınız filmlerden.
İstanbul belgeseli deyince aklınıza parlak, şatafatlı, havalı İstanbul tanıtımları gelmesin, anlatılan bambaşka bir şehir, İstanbul'u yaşayanların bildiği - ya da tahmin edebileceği demek daha doğru - bir şehrin öyküsü. Filmin açılışı şaşırtıcı: film ekibi bir konteynerin içinde yolculuk edip gelmiş Haydarpaşa Limanı'na; Hopkins düşük bütçeli bir belgesel çekeceklerini bu yüzden böyle yolculuk ettiklerini söylüyor. Ama filmi izledikten sonra anlıyorsunuz ki İstanbul'daki illegal yaşantıya bir gönderme bu, binlerce, milyonlarca mülteciden biri gibi göç ediyor Hopkins İstanbul'a. İstanbul karşıtlıkların şehri, yasal olanla yasal olmayan yani görünen görünmeyen uzunca işlenmiş filmde: film ekibinin kaldığı otelin güleryüzlü çalışanı Diyarbakırlı Serhat şehirde yaşayan resmi rakamların çok üstünde Diyarbakırlı olduğunu söyler, illegal çalışan, sigortasız, sömürüye açık, sınıf atlamaya çalışan milyonlarca Doğuludan  biridir o da. Yurtlarından göç etmiş iş arayan Afganlar, Suriyeliler; Sünni çoğunluğun olduğu şehirde Gazi Mahallesi'nde Armutlu'da yaşayan Aleviler, un torbasını ne kadar boşaltırsanız boşaltın her yumruk atışınızda dökülen una benzetilen kadim halk Ermeniler, Ruslar, Sünniler, Sufiler... İstanbul'u yaşatanlar, şehri yaşayanlar    
İstanbul'a girmek için gümrükte sorulan klasik 'Nerede kalacaksınız, neden geldiniz?' soruları yerine 'Kediniz var mi?' sorusuna yanıt vermelisiniz. Bu başta anlamsız gelse de sonra anlam kazanacak bir soru. Filmin kırılma noktası aktör ve sözde tarihçi Faruk Korkmaz'ın sahneye çıkması, filmin bilgesi ve delisi o. Kim sevmez bilgeleri, ben her bilgeyi dinlemeye bayılırım, bilirim ki onlar sahneye çıktıklarında bir şeyler değişecek. Öyle bir tarihçi ki Korkmaz bize dünyada insanların olmadığı zamanlarda kedilerin hüküm sürdüğünü, şimdilerde İstanbul'da kediler nezaretinde yaşadığımızı söylüyor. Ona göre martılar şehrin kolluk kuvveti, ve martılar ve kediler aralarında haberleşiyorlar. Uçuk kaçık şeyler olsa da söyledikleri, Korkmaz'ı sadece İstanbul'u yaşayanlar anlar. Kediler ve martılar, ama daha çok kedilerdir İstanbul'un simgesi, sessiz tanıklarıdır onlar ölümlerin, korkuların, zifiri karanlığın: onlar ölülerden medet umanlara gülüyorlar mıdır dersiniz?
Sözde tarihçi Korkmaz - ki artık Hopkins'in öğetmeni ve yol göstericisi olmuştur - şehrin hayaletlerinin kaydını da tutmuştur hem de telefon numaralarıyla birlikte, bu kaydı Hopkins'e verince yönetmen-oyuncunun yolculuğu başlar şehirde yaşayanla şehri yaşayanın bir olduğu andır bu, yani filmin kırılma noktası. Sözde tarihçimiz İstanbullu olmanın formülünü de verir: 99 gün İstanbul'da yaşamak.
Bir odyssey Hasret, yalnızca Hopkins'in değil, senin benim yolculuğumuz. Sizce de çok erkek değil mi bu şehir? Karanlıkları erkekler mi temsil eder sadece? İstanbul kendini bütünleyecek, şimdi bir hayalet olan kadınını arayan erkektir. Ya da içindeki kadını yeniden keşfetmesi gereken erkekleşmiş bir kadın. Belki bunca mutsuzluğu o yüzdendir, onun için karanlıktır ve illegal. Bir şehri anlamak, yaşamak için o şehir olmak gerekir, hep uzaktan bakarsaniz sürekli şikayet eden bir ihtiyara dönüşürsünüz. Şehri yaşamak o olmaktır, onu kabulleniştir ve güzeldir. İşte Hopkins bunu yaşıyor ve yaşatıyor.
Yazımı fılmde geçen şu sözlerle sonlandırayım: Ezan sesini duyunca hac çıkaran Ermenilerin yaşadığı tek yer İstanbul'dur, bir de Ingilizcesi: Istanbul is the only place where Armanians cross themselves when they hear azan! Ben bu söze bayıldım, bu çeşitliliğe vuruldum!

Istanbul, 26.08.2016      
    

21 Ağustos 2016 Pazar

Hatirla, Unutma

Hayattaki en büyük korkularımdan biri düşünme yeteneğimi kaybetmek; düşünsenize ne kadar korkunç hatırlamamak, tüm anıların silinmesi, sevdiklerini unutmak, boş gözlerle bakmak etrafa, 'ben' olmaktan çıkmak.
Hep 'ayık' kafalı olmak isterim, hatırlamak isterim geçmişte yaşadıklarımı, üzüntülerimi, acılarımı. Hatırlamazsam eğer bilirim ki aynı yanlışları yeniden yapacağım, güvenmediğime yeniden güvenip yeniden hayal kırıklığına uğrayacağım.
'Ayık' kafalı olmayı isteme hali her zaman geçerli olamaz elbette, en çok da bir acınız varsa, sevdiğiniz birini kaybettiyseniz mesela acınız öylesine büyüktür ki hiç geçmeyecek sanırsınız, ya geçmişe gitmek istersiniz ya da zamanın hızla geçip acınızı bir nebze olsun unutmayı. Yine de geçmişe her baktığımda hatırlamış olmayı isterim, acıları ya da sevinçleri çünkü 'beni' görmeyi, varlığımdan emin olmayı isterim.
Peki ya büyük bir suç işleseydim, bir canlıyı öldürseydim ne olurdu? Unutur muydum? Unutmak ister miydim?  Unutmazdım elbette ama unutmayı isterdim daha doğrusu hiç yaşamamış olmayı ya da yaptığımı düzeltmeyi dilerdim. Işte belki de bu yüzden beynim bana bir oyun oynardı ve unuturdum her şeyi, ta ki geçmişten gelen bir koku, bir müzik parçası, bir şiir, bir yüz bunu bana hatirlatincaya kadar.


Atom Egoyan'in Remember filminden sonra yazdım.



Istanbul, 21.08.2016

2 Ağustos 2016 Salı

Yaşlı ve Cimri Adam Politika

Sağım solum önüm arkam Politika, Politika konuşuyor herkes, Politika'yla yatıp kalkıyor. Memleket meseleleri; ne olacak bu ülkenin hali; gelecek neler getirecek; ekonomi daha kötüye gider mi; bir daha darbe girişimi olur mu; Avrupa Birliği'ne girecek miyiz, girmeli miyiz; Avrupa'yla Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkiler ne olacak; yeni zamlar kapıda mı yoksa; çocukların geleceği; gençlerin umudu; bir dolu soru, sorun, endişe.
Politika'yı düşünüyorum ve gözlerimi kapattığımda loş bir oda hayal ediyorum, yerleri ahşap kaplı, duvarlarda yer yer çatlakların olduğu bir oda. Beti benzi atmıs bu odanın, silik, karanlık loş, kirli bir tül perde ve aradan sızan ışık hüzmesi. Bodrum katında bu oda, bir koltuk var, tek kişilik, rengi kahverengi toz içinde.
Yaşlı bir adam oturuyor koltukta, saçları gür ve beyaz, üzerinde bir takım elbise var, bacak bacak üstune atmış, kibirli, kaşlarını çatmış, Dickens'ın cimri Ebenezer Scrooge karakterini anımsatıyor bana, adı Politika. İnsanların kanını emen, yaşama zevklerini elinden alan biri bu Politika, eylemsizleştirip hep konuşturuyor insanları, meşgul ediyor zihinlerini, ve evet zehirliyor hepimizi. Ondan ve onun her yere uzanmış kollarından bahsediyoruz saatlerce ve sonu kavgayla, çözümsüzlükle bitiyor sohbetlerimizin. Onun yüzünden yaşlandik, bağnaz, hosgörüsüz ve fanatik olup çıktık.
Oysa kuşları seyretmeliyim, çimenlere uzanıp gökyüzüne bakmalıyım şu anda; hayran olmalıyım bir resme, kendimden geçmeliyim dinlediğim müzikle. Aşık olmalıyım, sevmeliyim, sevişmeliyim, ne bileyim birileri için şiirler yazmalıyım, 'Her insan kendisi için şiir yazılmasını hak etmiyor mu?' diye düşünmeliyim mesela. Sabah uyandığımda neşeyle günaydın demeliyim ev ahalisıne, kahvemi ağır ağır içerken dedikodu yapmalıyım zevk alarak.
Ben Politika'yı değil o beni düşünmeli, beni nasıl mutlu edeceğinin planlarını yapmalı, hayatımı kolaylaştırmalı, sorunlarımı hemen çözmeli ve bana sadık bir sevgili olmalı!

02.08.2016, Istanbul   

Hüzün

Bu kavram, bu duygu bir türlü peşimi bırakmıyor, senelerce aklıma gelmiyor ama bir anda ve özellikle zayıf bir anımda beni yakalıyor. Hem gü...