31 Aralık 2021 Cuma

Hüzün

Bu kavram, bu duygu bir türlü peşimi bırakmıyor, senelerce aklıma gelmiyor ama bir anda ve özellikle zayıf bir anımda beni yakalıyor. Hem güzel hem gizemli hem acı verici bir sözcük, burnunuzun direğini sızlatan bir duygu, geçmişten bir anı, bir düşünce, bir koku. Yaşamının, tarihinin o kadar içinde, bir o kadar yaşamdan uzak ve ıssız.

Bugün düşündüm bu sözcüğün hiç aklıma gelmediğini ve bunun nasıl olabileceğini. Mesela dedim kendi kendime huzurevlerinin olmadığı bir sokakta yaşasaydım belki de aklıma gelmezdi. Ne bileyim sabahları yaşlı bir adamın, 'Baba, babacığım!' diye ağlayışlarını duymasaydım; şaşırmasaydım hiç büyümemiş olduğumuz ve hep çocuk kaldığımız gerçeğine; yüzleşmeseydim hep geçmişi özleyerek yaşadığımızla ama bunun ancak hafızamız bulanıklaşınca ortaya çıktığıyla. 

Bunlara tanıklık etmeseydim hiç aklıma gelmezdi belki de, ne hüzün ne ölüm.  

31.12.2021

İstanbul

1 Haziran 2019 Cumartesi

Ölüm: Death

Ölümden korkuyorum
hem de delicesine.
Buz gibi ve sessiz ölüm.
Benimse doğduğumdan beri
bilebildiğim sadece yaşamak.

I am afraid of death,
and insanely!
Ice cold and deadly silent death.
Yet all I know is just to live
since I was born.

18 Mart 2019 Pazartesi

Sessizliğin Gücü: Sameblod

Uzun zamandır yazmıyordum. Bu konuda yazmayı geçen sene sonunda planlamıştım ama bir türlü olmadı. Klasik başlangıcımla yazıma başlıyorum: yazımın ilhamını 'Sami Blood' filminden aldım.

Sami Blood (Sameblod) diyaloğu az, sessiz bir film. Her sessiz film gibi filmi izlerken kendi düşüncelerinizle başbaşa kalıyorsunuz, yüzlere, yerlere baktıkça kendi içinize dönüyorsunuz.

Filmde Sami ırkından gelen Elle-Marja'nın yaşamına kesitler halinde tanıklık ediyoruz. Elle-Marja kendisi gibi aynı ırktan olan arkadaşlarıyla birlikte yatılı okulda eğitim görürken, İsveç'in asilime politikasi doğrultusunda ırkçılığa maruz kalıyor (filmin başrolünde oynayan yine Sami ırkından olan Lene Cecilia Sparrok bir röportajında filmi çekerken vücut - boy, kilo, burun, yüz, kol uzunluğu - ölçülerinin alındığı sahneyi çok zorlanarak oynadığını soyler.).
Lena belki üstün olana gıpta etme duygusuyla, başka biri olmanın, hor görülmeyeceği başka bir yaşamın özlemini çekiyor, yani bir İsveçli olmanın, İsveçli gibi yaşamanın ozlemini.

Filmin sonunda görüyoruz ki Lena-Marja yaşlanmış, belli ki istediği yaşama kavuşmuş ve doğduğu topraklara torunlarıyla birlikte bir yakınının cenazesi için geri dönmüş.
Lena-Marja mutlu bir yaşam sürmüş müdür, bilmiyoruz kesin olan şu ki amaçladığı hedeflerine ulaşmış, ama yüzündeki hüzün, bir çok sözcüğe bedel.
İnsan geçmişini, geldiği yeri ne kadar reddederse reddetsin - fiziksel ya da düşünsel - yine de oraya geri dönüyor. Sanki yarım bıraktığı bir döngüyü tamamlaması gerekiyor, bir yere borcun var da artık ödeme tarihin gelmiş gibi ya da kaybettiğin bir yarını bulmak ve şanslıysan da tamamlanmak gibi.

Çekilen acıları, maruz kalınan ayrımcılığı, ırkçılığı ve haksızlıkları bir yüz, bir bakış, bir fotoğraf karesi, bir resim, bir cümle ya da bir film tüm sessizliğiyle gün yüzüne çıkarıveriyor.
Filmi izlerken en gelişmiş, en mükemmel, en güzel, en ornek gösterilen toplumun başka bir topluluğa yaşattığı zalimlikler beni öylesine derinden etkiledi ki uzun süre etkisinden kurtulamadım. Bir süre Lena'nin yaşadıkları, yaşamış olabilecekleri, hissetmiş olabilecekleri beynimin içinde döndü durdu.

İnsan yaşadıkça, öğrendikçe hiç kimseyi, hiç bir ülkeyi ya da oluşumu gözünde büyütmemesi gerektiğini öğreniyor. Roller, koşullar, düşünceler sürekli değişiyor, gelişiyor ve insan sessizliğin bazen en etkili güç olduğunu anlıyor.

İstanbul, 18.03.2019  

31 Ekim 2018 Çarşamba

Hafifmeşrep Özgürlük

Biraz eskilere gittim bu aralar; olaylar ve insanlar değildi odak noktam, daha doğrusu belirli bir olay söz konusu olan ama insanlar gölgeler gibi belli belirsiz. Bu yazıma ilham verense Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi eserindeki kadın-erkek ilişkileri ile ilgili yaptığı bazı tespitler oldu. Füsun'un bir kadın olarak yaşadıklarını özgürlüğüne düşkün ama tam da kendini anlayamamış ve ifade edememişlerden başka kim daha iyi anlayabilirdi ki!
Hep bilindik değil mi erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz, toplum düzenini belirleyen, kanunları hazırlayan erkek egemen meclisler. Geleneklerine bağlı bizim gibi toplumlarda bu daha da çok hissediliyor.
Kadınlar bir sıkışmışlık içinde, varlığını ve varoluşunu kanıtlamak için daha çok çalışmalı, her gün ama durmaksızın 'ben de buradayım!' demeyi unutmadan kendine anımsatmalı. Kimliğiyle, cinsiyetiyle ve cinselligiyle gurur duymayı öğrenmeli ve öğretmeli.
Dedim ya geleneklere bağlı olunca bir toplum, bir şeyleri değiştirmek de zaman alıyor, zaman zaman tutuculuğun da dozu aşılabiliyor. Erkek kazanmasına dahi gerek olmayan zaten ona bahsedilmiş güçle avcı kimliğinden bir türlü vazgeçmiyor: kadınların Av, erkeklerin Avcı olduğu bir toplum modeli günlük yaşamımızın bir parçası.
Kadın erkek ilişkilerinde benim için en irrite edici söz ki bu söz avcı rolündeki erkek için kadına iltifat etmek için kullanılır: sen digerlerinden farklısın! Düşünüyorum da bir insan diğerlerinden ne kadar farklı olabilir yani bende varolan nedir ki diğerlerinden farklı olayım? Beni farklı kılacak şey zaten herkeste varolan bir özelliğin öne çıkması ve zamanın şartlarına göre de bu özelliğin sıradışı olarak algılanması olabilir. 
Kişi kendini yaşadığı topluma yabancılaşmış hissedebilir, ancak bu onun duygu ve düşünce bakımından farklı olduğunu göstermez. Kendimizde özel ve farklı gördüğümüz herşeyi başkaları da mutlaka yaşıyor ve hissediyordur. Özel ve farklı olduğunu hissetmek anlıktır ve bu ruh halinin süreklilik göstermesi kişinin kendini kandırmasından başka bir şey değildir.
Gelelim kadın erkek ilişkilerindeki duruma, erkeğin '... çünkü sen diğerlerinden farklısın' sözlerindeki gizli anlam şudur: 'benimle birlikte oldun, bu kadar tutucu bir toplumda evlenmeden bir erkekle birlikte olmayı pek çok kadın (ve bayan ve kız) kabul etmez ama sen ettin. Işte seni farklı kılan bu!'
Yani erkek kadını bu sözlerle hafifmeşrep olarak gördüğünü ima eder, çünkü kadın topluma hakim olan ahlak anlayışına göre hareket etmemektedir. Tutucu bir toplum yapısında erkek, tartışmasız biçimde doğanın ona bahşettigine uygun yaşamaya hakkına sahipken, kadının dayatılan kurallar göre cinselliğini yaşamasi gerekir, bunun (ya da doğanin) dışına çıkarsa 'farklı' olur. Kadının eşitlik ve özgürlük çabası hafifmeşreplikten öteye geçmez, ve mutlaka gizli, saklı ve gözden uzakta yaşanmalıdır.

İstanbul, 31.10.2018           

27 Eylül 2018 Perşembe

Vincent Zamanı

Yaşanmışlıklarım her şeyin bir zamanı olduğuna söylüyor bana. Sanırım artik Vincent van Gogh ile ilgili bir şeyler yazmamın zamanı geldi.
Soyadını dahi kullanmadan sanki kırk yıllık arkadaşım gibi, sanki hiç ölmemiş gibi Vincent diyeceğim ona. Yaşam öyküsü, resimleri öylesine içime dokunuyor ki ilk tanıdığım andan beri gözlerim doluyor. Onunla aramda özel bir bağ varmış gibi hissediyorum. Özeniyorum ona ve hatta zaman zaman kıskanıyorum da; en çokta üretkenliğini, yaratıcılığını, kendi olabilmesini ve dolayısıyla da topluma kafa tutmasını kıskanıyorum. Vincent'in çalışma disiplinine benzeyen örnekler verecek olursam: 5. yüzyılda yaşamış Neoplatonist filozof Proclus (ayrıca İstanbul/Constantinapolis doğumludur) öğrencisi Marinus'un yazdığı yaşam öyküsüne göre tam bir çalışma delisidir; ya da Romalı şair ve aynı zamanda Seneca nın yeğeni Marcus Anneus Lucanus çok genç yaşta (26) ölmesine (gerçekte Nero'ya karşı suikast düzenleyenler arasında yer aldığı için intihar eder) karşın ardında bir tarihsel bir destan bırakmıştır.   
Neden bilmiyorum ama Vincent bana hiç büyümeyen bir çocuk gibi geliyor; belki de resimlerindeki renklerin gözalıcı canlılığı ve parlaklığı böyle düşünmeme neden olan. Ve ayrıca melankolik, karamsar ve ofkeli bir yanı da var Vincent'in, resimlerine yansıyan.
Hepimizin varoluşumuzu gerçekleştirdiği bir yol var; kimimiz sporla, kimimiz mesleğimizle, kimimiz düşüncelerimizle, bazılarımız yazıyla, bazılarımızsa yaşamla gerçekleştiriyor kendi ben'ini. Vincent tam 8 yıl boyunca resim yapıyor durmaksızın ve ölüyor. Bu sekiz yıl onun kendini gerçekleştirebildigi bir zaman aralığı. O zaman aralığı duygularını en uçlarda yaşadığı, en üretken, en disiplinli olduğu zamanlar olmalı. Ve bu zaman dilimi onun hem çok mutlu hem de toplumdan izole olduğu, garipsendiği zaman aynı zamanda.
Bence Vincent duygusal ve düşünsel açıdan hiç de yalnız bir insan değildi çünkü o kendi dünyasında mutluydu, üretiyordu. 'Loving Vincent' filminde kayıkçının onu, 'yemeğini aşıran kargayı sevecek kadar yalnız bir adamdı', tarifine katılmak mümkün değil. Doğayı seven, doğayı yaşayan bir insan nasıl yalnız olabilir? Bu özüne dönmek, kendini bilmek değil de nedir! Vincent kargayı bir hırsız olarak göremez; tam tersine aç olan karganın doyduğunu  görmek onu mutlu etmiş ve gülümsetmiş olabilir ancak.
Kendini gerçekleştirebilmek için yaşamda başkalarının yaftalamasıyla yaşamamak, her koşulda kendin olabilmek o kadar önemli ki. İnsan yalnızlığını, mutluluğunu ya da mutsuzluğunu, başarılarını ve başarısızlıklarını kendisi anlamdırabilir. İyi olduğunu hissettiğin yerde olmak, üzen, inciten, ben'i kendinden uzaklaştıran herkesten ve koşuldan uzaklaşmalı ki kendini gerçekleştirme yolunu bulabil tıpkı Vincent gibi.

Istanbul, 27.09.2018       

6 Eylül 2018 Perşembe

Gönlümü Çalan Şehir: Jerusalem - Kudüs

Jerusalem'e geçen sene Eylül ayında gittim ve bir ay kaldım. Bir ay nedir ki bir şehri, insanlarını anlamak için; ancak beni en çok etkileyen izlenimlerimi kısa da olsa aktarmamın kendi kişisel tarihim için önemli olduğunu düşünüyorum.
Yürümek bir şehri tanımanın ve keşfetmenin en güzel yolu; ben de bol bol yürüdüm Jerusalem'de. Kaldığım yer Mahane Yehuda Pazar'ına cok yakında, oradaki çeşitlilik, zenginlik beni benden aldı. Her akşam Pazar'a uğrayıp eve öyle gidiyordum. Yediğim en güzel somon balığını, taze hurmayı, üzümü, zeytini, humusu, ekmegi (özellikle zahterli) orada satın aldım diyebilirim.
Jaffa Caddesi'nde yürüyüşler yaptım, ara sokaklarda kaybolmaya çalıştım, o gözalıcı parlak beyaz taşlardan yapılmış Kudüs evlerini seyrettim. Eski Şehir zaten turistik bir yer ama bir o kadar da manevi değeri var. Ağlama Duvarı'na (West Wall), Kutsal Mezar Kilisesi'ne (Church of the Holy Sepulchre) ve Mescid-i Aksa'ya kaç kere gittim bilmiyorum. Tüm bu kutsal yerlerde içimi öyle bir huzur kaplıyordu ki sanki zaman duruyordu. Oralarda havanın sıcak oluşuna aldırmadan saatlerce oturabilirim gibi geliyordu bana. Hep bir hareket vardı Jerusalem'de; insanlar gelip gidiyordu, hava berrak ve yakıcı ama terletmiyordu. 
Satıcılar hal ve tavır olarak hiç yabanci degildi; aynı kurnazlık, aynı ısrarlı satma isteği; ne kadar pahalıya satabilirim telaşı; hep aynı. Tramvaya ya da otobüse binerken itişip kakışmalar, yol verme kaygısının olmaması hiç ama hiç yabancı degildi bana.
Hava çok sıcaktı, güneş yakıcıydı ama insanlar bembeyaz tenliydi, evli kadınların başları kapalı, askerler koca koca silahlarıyla yaşamın bir parçasıydı. Araplarin işlettiği bakkallar ve marketler çok ucuz ve leziz yiyecekler satıyorlardı.
Bir dinginlik, kendinden geçmişlik, hafif bir sersemlik vardı Jerusalem'de, içinize işleyen bir huzur; çeşitlilik ve çokluğun birliği de diyebilirim buna; politikacılara inat tüm halklar gizli bir anlaşma yapmıştı sanki uyum içinde yaşamak için. 
Şehirde kendimi en iyi hissettiğim zamanlardan biri İskenderiye (Alexandria) ve Şam'ı (Damascus) birbirine bağlayan demiryolu üzerinde yaptığım gece yürüyüşüydü. İnsan elinde olmadan düşünüyor ve hüzünleniyor; bir zamanlar birbirine böylesine bağlı kadim medeniyetler bugün neden ayrı gayrı düşmüşler diye. Ve aynı zamanda umut veriyor geçmişin bu bağı neden gelecekte de gerçekleşmesin diye.
Şehirde beni etkileyen bir başka özellik ise kadınların neredeyse hepsinin elbise giyiyor oluşuydu. Dekolteleri yoktu ama kadın olmanın verdiği güvenin simgesi gibiydi bu elbiseler. Erkeklerin dünyasında varolabilmek için hal, tavır ve giyiniş olarak iyice erkekleşmek zorunda kalmış kadınların kadınlığını görmek nedense inanılmaz haz verdi bana. Modası geçmişti elbiselerin evet ama çok güzeldi hepsi.     
Bir hafızası vardı Jerusalem'in; İstanbul gibi hafızasını kaybetmemişti. Her binanın, parkın, yolun ne zaman, kim tarafından, hangi ailenin para yardımıyla yapıldığı kayıtlıydı. Bu kayıtlar "Kendini üzme! Biz senin destekçiniz, seni yaşatmak ve ölümsüz kılmak için buradayız," diyordu sanki Jerusalem'e.    Jerusalem'de dünü ve bugünü aynı anda yaşadım, çok sevdim orayı, kalbimi ve aklımı orada bıraktım; gözlerimi kapatıp gönlümün parçalarını her daim hafif hafif esen akşam ruzgarına saldım.

İstanbul, 06.09.2018  

26 Ağustos 2018 Pazar

Kabulleniş ve Değişim

Bu aralar düşünüyorum da sanırım bir kavram karmaşası yaşıyorum değişimle ilgili ya da değişime direnmenin aslında ne demek olduğuyla ilgili. Fazlaca beylik bir söz var ya sıkça kullanılır: "Değişime direnme!"
Değişim deyince sizin de aklınıza mücadele etmek gelmiyor mu? Benim için en azından öyleydi ama artık değil. Değişim aslında akışta kalmakmış, yaşamın size getirdiklerini kabullenmek demekmiş.
Evet değişimin icinde yine mücadele var; bir durumdan başka bir duruma geçiyorsunuz mücadelesiz olur mu hiç! Ancak bu mücadele kabullenmenin, şartlara adapte olabilmenin mücadelesi; daha sessiz ve derin bir mücadele. Tabii bu söylediklerim kişisel yaşamlarımız, iç huzurumuz, düşüncelerimizin keskin, kesin ve berraklaşmasi adına geçerli olduğu gibi toplumsal ve sosyal duruşumuz için de geçerli. Kendi iç barışımızı bulduğumuz anlar aslında değiştiğimiz anlar da.
İmkansızın peşinde koşmak, bir anda değişemeyecek, olgunlaşmamış koşulları değiştirme mücadelesi vermek toprakta değil de kumda bitki yetiştirmeye çalışmaktan baska bir şey değil. Bunların değişimle ve değiştirmekle bir ilgisi yok, doğru şartlar ve zaman, doğuştan ayrıcalıklı bir aileye doğmak gibi, bir araya gelmedikçe bazı şeyleri elde etmek, kendi lehine olacak şekilde değiştirmek cidden cok zor. Ancak yargılamadan kabullenmek değişimin ve değiştirmenin tam da başlangıcı ve ilk büyük adımı.
Kabullenmek içinse yargılamamak gerekiyor, kabullenmenin yolu tanımaktan tanımak için emek harcamaktan ve anlamaktan geçiyor.
Yani bu oldukça zor bir yol; değiştim deyip de kendini, diğer insanlari, farklı yaşam biçimlerini, kimliklerini kabullenemeyen o kadar çok insan var ki. Gerçek değişim saçını boyatma, yeni bir takim elbise alip giyme meselesi degil, tam tersine sen saçını boyatıyorsun diye herkesin saçını boyatması gerektiğine inanmama meselesi. 

İstanbul, 26.08.2018
   
   

Hüzün

Bu kavram, bu duygu bir türlü peşimi bırakmıyor, senelerce aklıma gelmiyor ama bir anda ve özellikle zayıf bir anımda beni yakalıyor. Hem gü...