5 Nisan 2017 Çarşamba

Solgun Soluksuz: Mavi

Çocukluğumda hep sonsuzluğun sonunu keşfetmekti amacım. 'Evren sonsuz' deniyordu ama, sonsuzluk kavramını anlamdırmak zor olduğundan her şeyin sonu vardır illaki diye düşünüp sonsuzluğun sonunu keşfetmek arzusu vardı içimde. Sonsuzluk ve keşfetmek ileriye gitmek demekti, bilinmezi, geleceği yaşamaktı o zamanlar.
Biteviye dönen bir dönme dolap gibi binlerce yıldır batan güneşle gelen gece ve sonra gün; doğmuş ve doğacak, ölmüş ve ölecek hayvanlar, insanlar, bitkiler, türler; erişemediğim gezegenler, yerler, kültürler, diller, renkler vs. bilmediğim, varlığından haberdar olduğum (ve elbette henüz olmadığım) her şey sonsuzluk demek.
Sonsuzluğu bilmediğimle tanımlıyorsam çocukluğumda algıladığım sonsuzluk en ucu bucağı olmayanı.
İnsan hayatında zamanla sorular azalıyor, bilinmezlikler büyüsünü yitirip o kadar da ilginç gelmemeye başlıyor. Zamanı durdurmak yaşanacak yılları geriye doğru akıtmak istiyorum bazen.
Onca yaşanmışlığın yol açtığı yorgunluğun ardından güvenli, fırtınasız, bilindik sularda yol almak ister insan. Biteviye dönen dönme dolap zevk vermez olur artık, ölmek ya da yaşamak sıradanlaşır, alışkanlıklara yenik düşer zevkler, renkler solar, gülüşler acılaşır.
Kötü ve sahipsiz geçirsem de sonsuzluk neşesinin olduğu yer ve zamanlar özlenir, hep orada yaşamak istenir.

İstanbul, 05.04.2017

31 Aralık 2016 Cumartesi

Yaşam mı Ölüm mü?


Yaşamdan mı yoksa ölümden mi yanayız?
Yaşamdan kim vazgeçebilir? Öyle kolay mı dünyanın sensiz döneceğini kabul edebilmek, sevdiklerinden ayrılmaya rıza gösterebilmek? Yaşamdan vazgeçmek tümden umudunu kaybedip karanlığa gömülmek değil de nedir?
Ölüm korkutucudur; nasıl olduğunu, ölüm anında ne düşüneceğimi, acı çekip çekmeyeceğimi bilemediğim koskoca bir boşluk. Her bilenemezliğin korkuttuğu gibi korkutur beni ki bir de bunun 'ölüm sonrası' ne olacak bilinmezliği de var.
Ölümden hep korktum, çocukluğum ve özellikle ergenliğim ölümü düşünmekle geçti. Bir ara 'yangın olsa nasıl kurtulurum, arabayla denize düşsem ne yapmalıyım?' gibi soruların yanıtlarını aradığımı anımsıyorum Zaman ilerledikce ölüm korkum azaldı ya da belki ölümü daha az düşünmeye başladım. Ölmek istemem, uzun yıllar akıl ve vücut sağlığım yerinde yaşamak isterim- akıl sağlığımı yitireceksem yaşamanın ne anlamı var? En çok da ileride neler olacak, neler keşfedilecek, neler icat edilecek, dünya nasıl bir yer olacak, barış egemen olacak mı, insanlık nereye gidecek vs. tüm bunlara şahit olmak için ölmemeyi isterim.
İnsan yaşamaktan korkar bazen, bugünlerde düşünüyorum bunu, yaşamaktan korktuğumu. Hiçbirimiz durağan yaşamıyoruz, kafalarımızın içinde binlerce düşünce var. Hareketsiz bir insan düşünün yani aktif bir sosyal hayatı olmayan ama okuyan, gündemi takip eden birini. Böyle biriyle konuşmaya başladığınızda size anlatacak bir sürü şeyi vardır çünkü düşünür, tartar, biçer, sorgular. Durağan bir yaşam inişleriniz çıkışlarınız olmayacak anlamına gelmez. Düşünmek öyle bir eylem ki zamanın durduğunu hissettirir insana. Ezcümle yaşadığımız her şey dış etkenlerle düşündüklerimiz ve onları nasıl aktardıklarımız bana göre.
Etrafınızda savaşlar, cinayetler, acımasızlık, hoyratlık, bezginlik hakimse eğer, siz de yaşamaktan korkmaya başladığınızı hissediyorsunuz, mücadele gücünüz azalıyor. Ve elbette günlerin, ayların, gelecek yılın ne getireceğinin belirsizligi bu korkuyu besliyor.
Düşünmesek geleceği, sohbetler çözümsüz ve içi boş politik konusmalara yenik düşmese yaşamayi daha çok isteyeceğim. 
Ve bir de barış olsa, kanatlarından damla damla sevgi akan barışın kuşları tüm dünyayı kuşatsa, işte o zaman ne ölümden ne de yaşamaktan korkarım.

İstanbul, 31.12.2016

3 Aralık 2016 Cumartesi

Hoşçakal Arkadaşım Dublin!

Çok sevdiğim Dublin'den ayrılma vaktim geldi artık, bu Pazartesi yani 5 Aralık öğleden sonra İstanbul'a doğru yola çıkacağım. Bunca sene bana arkadaşlık eden, sokaklarını ezbere bildiğim dostumdan ayrılıyorum. Seni hiç unutmayacağım dostum, unutmam mümkün mü zaten. Beni kabul ettin, sözümü bir kere bile kesmeden dinledin beni, gözyaşlarıma tanıklık ettin, sevinçlerime ortak oldun. Gündüzleri gipgri giyinsen de, geceleri ne yıldızlarını esirgedin benden, ne de Ay'ını.
Huysuzluğum üstümde senden ayrılacağım için, ama geleceğim yine seni görmeye.

Ben buradayken nelere tanıklık ettik seninle bir düşüneyim: iki genel seçim, iki nüfus sayımı, bir başkanlık seçimi, bir ya da iki yerel seçim, 'marriage equality' referandumu ve kabul edilişi, bir sürü noel tatili, cadılar bayramı ve St. Patrick's Day, Howth'ta yaşarken muhteşem bir kar yagışı, sayısız yağmur ve fırtına, daha az olsa da güneşli günler, bir sürü konferans, konuşma, ders.

Çok zor, güzel ve hüzünlü Dublin'im senden ayrılmak, şimdiden gözlerim dolu dolu, kendime söz verdim ayrılırken drama yaratmayacağım diye. Biliyorum gizli gizli ağlayacağım kimseler görmeden beni, sözünü de fazla etmeyeceğim, dillendirmeyeceğim seni, sırf özleminle başedebilmek için. Seni benden daha az tanımış insanları hüzünle dinleyeceğim sanki seni hiç tanımamış, sevmemiş gibi!
Seni seviyorum arkadaşım Dublin, hoşçakal!



Dublin, 03.12.2016

12 Kasım 2016 Cumartesi

Yaşamın Derinliği

Çok değil bir kaç sene önce bu konuda yazı yazmayı aklıma getirmezdim bile, ne demek yaşamın derinliği? Ne ifade ediyor benim için?
Tarif edecek olursam delici bakışlarınızla bir şeyin ötesini görmek bu derinlik, düşünün ki asfalt bir yoldasınız ve bakışlarınoz asfaltı delip geçiyor ve şehrin altındaki karanlık dehlizlerde neler olup bitiyor görebiliyorsunuz.
Uzun yıllar seyretmek, gözlemlemek ve sonucunda ulaşılan düşünceler, hisler, tepkiler, savaşlar ve uzlaşılar kazandırıyor bu derinliği. Yaşamı ağır ağır yaşamak gerek derinlik kazanmak için ama bunun yaninda çokça da düşünmek.
Yaşamın bir akışı var, bir işleyişi, size aldırmayan ve siz olmasanız da devam edecek. Belki sonlanırken yaşamınız yanınızda sevdikleriniz olacak ve siz onların farkında bile olmayacaksiniz ya da yalnız olacaksınız ve sizi sevenlerin hasretini çekeceksiniz.
Yaşamın bir hüznü var, hep varolan ve zaman zaman ağırlığını hissettiren. Peşpeşe yaşanan hayalkırıklıklarıyla, kayıplarla öğrenilen ve kabul edilen bir hüzün bu.
Adaletsizlik hakim bu yaşamda, güçlünün ezdiği bir dünya, güzel insanların öldürüldüğü, katledildiği, ama çocukların içlerinden geldiği gibi gülebildiği.
Bilenlerin sustuğu bilmeyenlerin biteviye konuştuğu, anlam veremediğim ama hissettiği gücünü mesleğinden, oturduğu semtten ve hatta yakın arkadaşının herhangi bir başarısından alanların yaşadığı bir yer; rengarenk, siyah ve beyaz, tertemiz ve bulanık, düşüncemde özgür ama köle olduğum bir yer bu yaşam.
Yine de öyle merhametle dolar ki yüreğim kızmam kimseye, iyilik, kötülük, güçlü güçsüz birbiriyle harmanlanır ve hepsinde kendimi bulurum.



Dublin, 12.11.2016
   

2 Kasım 2016 Çarşamba

Ben Doktorum, Çekilin!

7 Şubat'ta 'Doktora Sınavı ve Kırık bir Kalp' diye yazi yazmıştım. Sınavda düzeltme yapmamı istemişlerdi ve tezim tekrar değerlendirilecekti. 4 ay gibi bir süre uğraştım düzeltmelerle ve Temmuz ayında yeniden teslim ettim tezimi. O zamandan beri de bekliyordum sonucu. Nihayet bugün Doktor olduğumu öğrendim. Çok mutluyum ve şu anda kelimelerin duygularımı anlatabileceğini sanmıyorum.

Öğrenir öğrenmez mentor'um Prof. John Dillon'ı aradım telefonla, anneme ulaşamamıştım. Sonra abimi aradım ve 'Ben Doktor' oldum deyip ağlamaya başladim. O da şaşırdı ve 'Tebrik ederimmm!' diye bağırmaya başladı. Ardından iki yeğenim aradı, bu arada ben ağlıyordum durmaksızın. En nihayetinde de annemle görüştüm.

Çok ama çok zorlu bir yolculuk oldu benim için, çok şey öğrendim, değiştim, dönüştüm.

Şimdi oturdum, bu yazıyı yazıyorum, bir yandan da müzik dinliyorum kahvemi yudumlayarak.


Dublin, 2.11.2016

20 Ekim 2016 Perşembe

İçimdeki Hapishane


Her yazımın bir esin kaynağı var, bu yazımın ilhamını Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'nden aldım. Uzun süredir aklımdaydı bu konu, daha çok yürürken düşünüyordum üzerinde ve kitabı okumaya başlayınca da yazma isteğim başedilemez hal aldı, okun yaydan fırlaması gibi düşüncelerim beynimden taşıp kelimelere dökülüverdi. Başlamadan önce biraz Pamuk'tan bahsedeyim. Onunla ya da yazdıklarıyla aramda özel bir bağ olduğunu düşündüm hep; nedeni de bildiğim yerleri anlatıyor, o anlattıkça eski anılar canlanıyor, onunla geziyorum bir zamanlar gezdiğim sokakları, onunla hatırlıyorum; hatırlatıyor bana geçmişimi ve aslında yaşadığım ne çok insanı ve olayı unuttuğumu.
İnsan beyninin oyunları korkutucu olabilir, olmayacak şeyleri olacak ya da olmuş gibi hissettirebilir, insanı hiç inanmayacağı şeylere inandırabilir, hayal ettirir. Düşünüyorum; unutamasak nasıl olurdu acaba? İnsan daha çok acılarını anımsıyor, mutlu anlar daha kolay unutuluyor. Geçmişimizde ne hep acı ne de hep mutluluk var ve eğer mutluluklarımızla acılarımız dengede olsa, yaşamaya daha 'ayık' devam edebilir miydik? Zayıflıklarımızla daha kolay yüzleşebilir miydik ve böylece daha sağlıklı bireyler olabilir miydik? Benim yanıtım neden olmasın, yani unutmak her zaman bir nimet değil bizim için, bu yüzden kişisel tarihimizin müzelerini kurmak gerek geç kalmadan. Bunun yolu benim için yazmak mesela, duygularımın, esinlerimin, düşüncelerimin müzesini kuruyorum yavaş yavaş - sonraları fotoğraf ya da video çekebilirim, ya da belki resim yaparım.
Uzun süredir beni saran bir duygu var, ne yaşarsam yaşayayım fark ettim ki beni bir sekilde buluyor ve ele geçiriyor. Bu duygu yüzünden geleceğimi düşünmek işkenceye dönüşüyor. Zaman içinde verdiğim tepkiler görece olumluya evrilse de, 'kendini kurban olarak görme' duygumla tam anlamıyla başa çıkamıyorum. Böyle hissettiğim zaman kendimi sevmiyorum, sonrasında kendine acıma, neden bu benim başıma geldi düşünceleri, serzenişleri beni yiyip bitiriyor. Oysa kabul etsem yaşadığım her ne olursa olsun herkesin başına gelebileceğini ve ego kalkanlarımı indirebilsem daha kolaylaşacak hayatım.
Neden kurban olarak görüyorum kendimi, ve neden tam da bu yüzden savaşma gücümü yitirip çaresiz hissediyorum? Neden ben ve diğerleri, neden ben ve hayat? Ne zaman ve nereye hapis ettim kendimi?
Müzemin içinde bir bina var: onun içindeyim, koskoca bir bahçesi var, ağaçlarla dolu bir kısmı, büyük bir kapısı var ve hafif bir yokuşu çıktıktan sonra ulaşıyorsunuz bu iki katlı binaya. Ben ilk katındayım, yaşları 3-6 arasında bir sürü çocukla birlikteyim orada. Sevilmediğim bir yer, sevilmediğimi, istenmediğimi hissettiğim, sevemedigim bir yer. Ve zorla yediğim yemeklerin olduğu, zorla öğle uykusuna yatırıldığım, gözlerimi kapalı tutarak kırpıştımaktan bir hal olduğum, uyuyor numarası yaptığım bir yer, ağladığım, aşı olmaktan korktuğum, yapayalnız hissettiğim bir yer burası. Başımızdaki uzun düz saçlı, zayıf kadın beni sevmiyor. Aklımda kareli kloş etek ve beyaz bır gömlek giymiş haliyle kalmış.
İsmini dahi anımsamadığım bu kadının annem babam hakkında konuştuğunu duyuyorum ve üzülüyorum, acı cekiyorum bu yüzden. Beni sevmiyor ve anne babamı da sevmiyor. Mutsuzum hem de çok mutsuzum, çocuk halimle mücadele edemiyorum, sesim çıkmıyor, konuşamıyorum. Öylesine içime kapanığım, hep sıkılıyorum, boğuluyorum, Sanki hep başım önümde oturuyorum, kendimi o kadar zorluyorum ki kurdeşen döküyorum. Sırf o kadın beni sevsin diye sessiz oturuyorum, oyun oynamıyorum, yaramazlık yapmıyorum, yeter ki beni sevsin, yeter ki annemle babamı sevsin, onların arkasından konuşmasın, ama o aldırmıyor, beni görmüyor ve konuşuyor, konuşuyor.
Utandırıyor beni oradakiler, bizimkiler de çok yardımcı olmuyorlar. Herkesin annesi babası çocuklarını almaya geliyor benimkiler hariç, bekliyorum onları, ağlıyorum yanıma kimse gelmiyor. Sanki herkes acıyor bana, ben de onların, o kadının, annemle babamın, abimin kurbanı oluyorum, bir türlü mücadele edemiyorum.
İçimdeki hapishanem bana kendisini hatırlatmaya devam ediyor başka başka olaylarla. Nasıl kurtulurum bilmiyorum! Gözlerimi kapatıyorum ve şunu hayal ediyorum: duvara yaslanmışım, her yer günlük güneşlik, önümde masmavi bir gökyüzü uzanıyor, göğsümü açıyorum bir sürü güvercin çıkıyor, göğe doğru uçarak uzaklaşıyorlar, onlar uçtukça siyah olan güvercinler beyaza dönüyor.
Bu bir hayal ve ben şunun farkındayım siyah da olsa o güvercinleri sevmeliyim, hepsinin gözlerinden öpmeliyim ta ki hepsi bembeyaz oluncaya kadar.
Dublin, 19.10.2016



9 Ekim 2016 Pazar

BARIŞ

Ankara Barış Miting'inde insanlar öleli dolu dolu bir yıl oldu. Nasıl bir ironidir ki barış mitinginde saldırı oldu ve insanlar katledildi; kalplerimizi yaralayarak bir daha dönmemek üzere gittiler. Bugün yazmak istedim özlemini çektiğim, bir türlü başaramadığımız, elde edemediğimiz güzel 'sözcük' BARIŞ hakkinda. Zor olsa da Barış'ı sağlamak, kalemimim yetttiğince anlatmaya çalışayım karşıtıyla birlikte Barış'ı ve Barış'ın felsefesini.
Barış savaşa yol açmaz ama düşünsel varlığını savaşa borçludur. Evet, savaş olmasaydı hiçbirimiz Barış'ı düşünmeyecek, Barış ı özlemeyecek, Barış'ı umut etmeyecektik. Barış'ın var olması için tarafların uzlaşmaya gönüllü olması, birbirinin varlığını tanıması ön koşuldur. Uzlaşı tarafların eşit haklara sahip olduğunun farkında olması halidır. Bir taraf diğerini eşit görmüyorsa, yani üstün görüyorsa diyelim, Barış'ın sağlanması olanağı yoktur. Tarafını üstün görmek ne pahasına olursa olsun haklı olduğunu düşünmeye yol açar ki dediğini yaptırma, manipule etme, küçümseme, zorlama gibi savaşa yol açacak duruma getirir tarafları. Barış için empatik olmak gerekir; ötekinin gözleriyle bakabilmek, ötekinin acısını hissetmek ve isteklerine hak vermek. Savaş ve çatışma olduğu sürece Barış umuttur, özlemdir, özlenendir. Barış'ın olduğu yerde savaş olsun diye umut edilmez. Barış'ın doğasından gelir yapıcılık, var etme, sevinç ve yaşam, savaş ise yıkımdır, yok oluşdur, acı ve ölümdür. Barış gülen bir çocuksa, savaş eli sopalı bir yetişkindir.
Mavi göklerde uçan bir kuştur Barış, hep üstümüzde uçmasını dilediğim. Gün olur da biri yakalarsa incinmesini istemediğim umudum, o hep uçsun ki güzelliklerinı dört bir yana dağıtabilsin.

Dublin, 09.10.2016

Hüzün

Bu kavram, bu duygu bir türlü peşimi bırakmıyor, senelerce aklıma gelmiyor ama bir anda ve özellikle zayıf bir anımda beni yakalıyor. Hem gü...