8 Aralık 2015 Salı

Ben ve Benler 'Aydın'ın hayali yüzleşmesi'


Nuri Bilge Ceylan'ın Kış Uykusu (Winter Sleep) filmini seyrettikten sonra yazdım.
  
Hani bir şıkışmışlık yaşarsiniz, nedensiz bir mutsuzluk çökmüştür üstünüze uzun zamandir, gitmek istersiniz ama gidemezsiniz. Zaten nereye gideceğinizi de bilmezsiniz ve ne yapmak istediğinizi de. Düşünüyorum bu ruh halinin nedenlerini: belki büyük şehirde yaşamak tüketiyor hepimizi, umursamadan, umursanmadan ve eleştiri odaklı yaşamak belki de nedeni.
Bilmiyorum, yerimi degiştirsem de sanirim ben ayni benim, özellikle de ruh hallerim. Eksikliklerim, zaaflarim, güçlü yönlerim aynı, yine alınganim, yine seviyorum yalnızlığımı, yine kırılıyorum ve yine bir çocuk gibi mutlu oluyorum. Değişen bir sey yokmuş gibi geliyor görünürde.
Belki bu şıkışmışlık duygusu kendini beğenmemekten kaynaklanıyordur, hani kabul etsem bir şeyleri, su akar yolunu bulur desem kolaylaşacak her şey. Salıvermek bir anda hoş olmaz mi, zorlamamak, hayır illakı benim dediğim gibi olacak dememek.
Ama bu duyguyu benim yarattigim kesin. Çok mu elitist davranıyorum acaba? Hani böyle bir burnu büyüklük hali, ben ve diğerleri durumu, ben haklıyım biliyorum bu yüzden beğenmiyorum kimseleri duygusu. 
Elitist olmak o kadar da kötü bir şey olmasa gerek, hem canım ne zaman kendime ben elitistim dedim ki. 'Ben elitistim' diyebilir miyim zaten, hakaret olur bu benim insani yanıma. Öyle bir insan sevgisi var ki içimde o beğenmeyen halime diz çöktürüyor zaman zaman, gözlerim doluyor, içim şefkat duygusuyla dolup taşıyor. En cok da yalniz olduğumda, karanlıkta, yatağıma uzanmışken bu halim gelir beni bulur, içimi çeke çeke ağlarım ve nasıl uykuya daldığımı bile anlamam.
Elitist olmak insani olmayan yüzüm mü yani benim? O benim ama olmak istemediğim ben miyim? Suç mu klasik müzik eşliğinde kahvemi içerken etrafima bakınmak, kendi penceremden olayları değerlendirmek. Hayatın içine karışmayı istememek, ne bileyim elektrik faturasını yarın yatırmam lazım diye paramı denk getirme telaşını anlamsız bulmak ve hatta bu telaşı anlamamak mesela suç mu? Anlamak isterim hayatın içinde olmanın nasıl bir şey olduğunu ama şimdi değil ya da belki de istemiyorum. Küçük sorunlarla uğraşamayacak kadar büyük dertler var bu dünyada, elektrik faturası, kira, cocuğun eğitim masraflari o kocaman dertlerimin yanında ufak kalıyor. Düşünüyorum da yazmak istediğim kitabıma bile başlayamadım henüz.  
Peki neye ihtiyacim var benim, neden mutsuzum? Şu kendini reddetme durumunu yeniden gozden geçirmem gerek sanırım. Bende kaç tane ben var? Mesela, yaşamak için öldürebilirim evet öldürebilirim o çok sevdiğim hayvanlardan birini, sadece hayatta kalmak durumda olsam yaparım herkes gibi. Bir film vardi, gerçek bir olayı anlatıyordu: uçak bir dağin tepesine düşmüstü ve çok soğuktu. Hayatta kalanlar arkadaşlarını yemişti yaşamak için. Şimdi bunu yapanlar senden benden daha mı az insandı? Sanmıyorum, bu noktada genel geçer ahlaki değerlerle kimse kimseyi yargılayamaz. Doğrusu yanlışı yok bu olayın, ya da siyah ve beyaz kadar keskin değil ayrımlar.
Yolda bir martı görmüştüm uçamıyordu ve ölecekti, gözlerim dolu dolu olmuştu o zaman, hatırlıyorum ve şimdi diyorum ki gerekirse öldürürüm hayatta kalmak için. Evet, kabul ediyorum hep çelişkilerle dolu hayatım, bir dolu ikiyüzlülüklerle dolu davranışlarım.
Ne istiyorum ben? Sevilmek istiyorum galiba, sadece sevilmek, sınırsızca sevilmek, karşılık beklemeden sevsinler beni istiyorum; sevdiğimi kibrim yüzğnden söyleyemesem de sevilmek istiyorum. O yuzden de gidemiyorum bir yere, uzaklaşamiyorum alıştıklarımdan alışkanlıklarımdan. Güven duygusuna ihtiyacim var, risk alamam, sevilmek icin yeni insanlar arayamam, buna gücüm ve enerjim yok. Olduğum yerde kalıp çevremdeki insanlarin beni sevmesine izin vermekten başka bir seçeneğim yok benim. Ne pahasına olursa olsun olduğum durumu korumalıyım, 'anne rahmi'nden hiç ayrılmamalıyim hep sevilip şımartılmalıyım ve gerekirse yaşamak için hayvani iç güdülerimle hareket etmeliyim.
Edilgen bile olsam hayata karşı, acı da verse en azından param var sevgimı satın aldığım.

Istanbul, 12.08.2015 


            

15 Şubat 2014 Cumartesi

Dublin'den bir yaşam güzellemesi


Öyle çok yağmur yağıyor ki buralara bu sene, bir de rüzgarla dans etmeye başlamaya görsün iliklerinize kadar hem üşütüyor hem de ıslatıyor.
İlk geldiğim zamanları hatırlıyorum, nasıl ıslandığımı, ama bundan zevk aldığımı. Burada yaşamak için yağmuru sevmeniz gerek, bulutlarla hem de kara kara, gri gıpgiri bulutlarla dost olmanız gerek. Günlerce mavi gökyüzünü görmemeye katlanmanız gerek.
Diyelim ki sıcacık bir ofisiniz var. Dışarıda o bildik Dublin havası, ofisinizde oturmuş kahvenizi yudumluyorsunuz. Oturduğunuz koltuk size güç veriyor, o sıcaklık sizin kendinizi daha çok sevmenizi sağlıyor. İnsanlar gidip geliyor ofisinize, size bir şeyler soruyor. Arada 'hava' muhabbeti yapıyorsunuz onlarla ve 'ne berbat hava bugün, dün de böyleydi, bugün de böyle, üstelik yarın da böyle olacakmış,' diyorsunuz. Ama içiniz rahat, ne yağmur etkiler sizi ne de rüzgar, ofis sıcak, kahveniz elinizde, daha ne olsun!
Maalesef böyle düşünüyorsanız büyük bir yanılgı içindesiniz demektir. O yağmur, o rüzgar sizi mutlaka yakalayacaktır, onlardan kaçmanıza imkan yok burada. Ofisin penceresinden bakıp size rahatsızlık veren, yaşamınızı olanaksız kılacağını hayal ettiğiniz yağmur ve rüzgar bambaşka şeyler hissetmenize neden olacak güvenin bana.
Önce deneyimlemediğiniz için ince bir yağmurluğun yeteceğini ya da şemsiyenin sizi koruyacağını düşüneceksiniz. Yollarda oraya buraya atılmış ve parçalanmış şemsiyelere anlam veremeyeceksiniz en başta. Yolda yürümeye başlayacaksınız rüzgar bir arkadan esecek bir önden, ya koşturacak sizi ya da yürümenizi engelleyecek. Yağmur her yerinizi ıslatacak, çantanızın içi bile su dolacak, elinizde kağıttan bir paket taşıyorsanız lime lime olacak, yolda içindekiler yerlere dökülecek. 
Tabii akıllanacaksınız bu deneyimi yaşadıktan sonra. Biraz daha korunaklı olmaya özen göstereceksiniz biraz daha uzun yağmurluk, elinizde plastik bir poşet ya da satın aldığınız muşambadan bir alışveriş çantası taşıyor olacaksınız. Ama o yağmurluk da yeterli olmayacak yine ıslanacak her yeriniz eskiye göre daha az olsa da. Bu defa su geçirmez bir üstlük alacaksınız, suya dayanıklı değil ama su geçirmez olmalı mutlaka. Şimdi Dublin sokaklarında, caddelerinde rahatça gezebilirsiniz, içinizde şehrin müziğiyle birlikte ritme ayak uydurabilirsiniz kolayca. Ayakkabılarınız su geçirebilir çoraplarınız su içindedir ama ne gam, yağmur yağsın rüzgar essin isterseniz. Siz artık şehrin kendisi olmuşsunuzdur, hayatın tam içindesinizdir. Bilirsiniz Dublin'de ne yağmurdan kaçabilirsiniz ne de rüzgardan.          

Dublin 14.02.2014

13 Eylül 2013 Cuma

Who do you think you are? Watch your Language, I am Achilles!



I was introduced to Homer’s Iliad in my first grade at the department of Classics at Istanbul University. I remember as if it happened yesterday, how I was affected by the verses of the poet and the story. The epic starts with the following verses:
The wrath sing, goddess, of Peleus' son, Achilles,
that destructive wrath which brought countless woes upon the Achaeans,
and sent forth to Hades many valiant souls of heroes,
and made them themselves spoil for dogs and every bird.[1]
Well, this is neither the story of Achilles nor of the Greeks or the Trojans but the story of the ‘recusant’ rage of Achilles, the son of Peleus. Now, the Greeks should also cope with his rage which becomes the main persona of the epic, along with the Trojans.
            Why is Achilles in a rage? The Greek army is cursed by Apollo. For Agamemnon, the king of men, refuses to give back the daughter of a Trojan priest of Apollo although the ransom offered and keeps her as a captive. Achilles summons all the Greek commanders to discuss the problem. The solution would be solvable if Agamemnon, the chief of the leaders, were not so arrogant and accepted to give Chryses back to her father. Agamemnon is finally obliged to return the poor girl to the priest in exchange for taking Achilles’ captive, Briseis. Achilles’ daring and witty speech drives Agamemnon out of his mind and he never intends to take a step back, losing one captive but getting another one in return.
            The tension between them escalates and Achilles makes his famous speech: he is not in Troia to fight against them for the Trojans have done wrong to him; the Troians never stole his cattle or his horses. He, in fact, has nothing to do with the Troia and the Trojans except that he is here to get back Helene for Menelaus and for Agamemnon; however Agamemnon tramples over this and only cares about the prize he will get. This speech is, according to me, is the most crucial moment of the epic. After that, Achilles retreats into the deep silence and remains inactive to death. Not a gift nor a friend persuades him to fight against the Trojans at all until his beloved friend, Patroclus is killed in a battle.
            Well then, what is the importance of Achilles’ speech? It is a clear manifestation of an intentional protest against authority, and its content is never out of date: It wouldn’t be a  surprise that at least one soldier must have asked himself once what he is doing in Afghanistan or in Iraq, what benefit does that war do to him, and so on.
            Moreover, Achilles is the first hero in Greek mythology, who knowingly throws himself in the fire even before Prometheus rising against the gods and stealing fire for humanity. Prometheus is a symbol of intelligence and has metaphorically been honoured as a pioneer of civilisation. On the other hand, Achilles has not been appreciated enough because of his anger and rage.
            Now, let this short writing dignify his anger and all good and anger people who work for humanity against all the odds and let the readers fit this story into the right place.  
Best wishes,
Nilufer
Dublin, 13.09.2013

28 Haziran 2013 Cuma

Çocuk Gibi Olmanın Neresi Kötü?

Televizyonda oldukça popüler bir yarışma programına gözüm takıldı. Yüz kişiye sorulmuş ve beş popüler yanıt aranıyordu; "çocuk gibi" ile başlayan eylemleri bulmaları isteniyordu yarışmacılardan. Yanıtlara dikkat ettim hep olumsuz anlamlar taşıyordu: çocuk gibi ağlamak, çocuk gibi küsmek, çocuk gibi mızıkçılık etmek, çocuk gibi inat etmek, çocuk gibi yemeğini dökmek vs. Bunları çoğaltmak mümkün, aklıma gelen bir tanesi 'çocuk gibi meraklı olmak' mesela.
Anladığım çocuk olmak değil de sanki 'çocuk gibi' olmanın eleştirilecek bir yönü bulunması. Bunu fark edince bir tuhaf hissettim, çocuk gibi olmak, çocuk gibi hareket etmek olgunlaşmamış olmanın belirtisiymiş demek ki. 
Oysa çocuk gibi ağlamak, hem de içini çeke çeke, salya sümük, gibisi yok bana göre.
Çocuk gibi küsmenin nesi yanlış? Birine küsüp bunu dürüstçe göstermeyi içten içe bilenip yine de karşındakine gülmekten yeğ tutsak ne güzel olur. Ne tasa kalır içimizde, ne üzüntü, ne de sinir. 
Diyelim ki bizzat haksızlığa uğradık; itiraz edip çocuk gibi mızıkçılık edebilmek kadar onurlu birşey var mı? Hele bir de bunu hiç tanımadığımız bir kişi haksızlığa uğradığında yapsak alabildiğince mızıkçılık etsek ya.   
Bir kararda inatçı olmak, bir idealin peşinde koşmak, kim ne derse desin bir şeyi başarmak için sebat etmek güzel bir özellik değil mi? Sonucu iyi de olsa, kötü de olsa buna katlanacak olgunlukta değil miyiz? 
Üzerine çocuk gibi yemek dökmek yemek yapanı onurlandırmaz mı?
Bu benzetmeler içinde sanırım beni en çok rahatsız eden çocuk gibi meraklı yaftalaması. Bu  sözde hep bir ötekileştirme, inceden inceye bir küçümseme hissetmişimdir hep. Aslında bunun nedeni karşınızdakileri rahatsız etmenizdir sorularınızla, kimi bunalır sorulardan, kimi yanıtlarını bilmez, kimi düşünmek, kafa yormak istemez. Tepkisini de kolaya kaçarak gösterir ve 'çocuk gibi' yaftasını yapıştırır. Soru sormak, yeni şeyler öğrenmek için çocuk gibi olmak gerekiyorsa ben hiç büyümek istemiyorum. 
Yaratıcılığın, keşfetmenin yolu çocuk olmak da, ee büyüdük, dünyayı da kirlettik bırakın da bari 'çocuk gibi' olalım.      

21 Haziran 2013 Cuma

Direnişin İzleri

Gezi Parkı direnişi öyle izler bıraktı ki hem Dünya ve Türkiye'nin sosyal tarihinde hem de kişisel tarihimizde. Bunu zaman geçtikçe çok daha iyi anlayacağız. Zaten aksi düşünülemez herhalde. Park'a gidip gitmemek de önemini yitirdi; annem gitmek istedi oraya, gidecektik de birlikte, ama olmadı. Bakıyorum o da artık bambaşka bakıyor olaylara, her sabah merakla gazeteleri okuyor neler olup bitiyor diye. Konuşuyoruz, tartışıyoruz her gün. 
Ben iki kez gidebildim, her gittiğimde mutlu oldum.Yeni arkadaşlarla tanıştım, onlarla konuştum, fikir alışverişinde bulundum özgürce.
Park bir ütopik ada'nın çok daha ötesinde bir anlam taşıyordu, Thomas Moore'un, Tomasso Campanella'nın yarattığı mülksüz, sınıfsız toplumların ete kemiğe bürünmüş haliydi Park. İşte buydu sermaye sahiplerini ve onları destekleyenleri de korkutan.
Direnişin bir lideri yoktu, kimse kimseye biat etmedi, ululamadı, 'önderimsim, liderimsin, babamsın, sen olmazsan ben olmazdım' demedi. Direniş kendi dinamiğini yarattı, kimse aç kalmadı, paraya ihtiyaç duymadı.
Tek bayrak, tek dil, tek din altında toplanmak değildi problem. Bayrak da, dil de, din de insanın kendisi oldu, etiyle kemiğiyle insanın kendisi. Hatırlıyorum daha önce de bir sürü markayı protesto ettik geçmişte. Hiç birinin nedenini hatırlayamıyorum bile. Büyük olasılıkla milliyetçi duygularla yapılan portestolardı bunlar, evrenselliği yoktu. Bu yüzden hatırlamıyorum. Ama şimdi 'starbucks'a gitmem, kızılkayalar'ın önünden geçmem' diyor insanlar. Çünkü canları yandı, nefes alamadı, insanlığın nasıl ayaklar altına alındığına birebir şahit oldu. Sermaye sahiplerinin acımasızlığını canı yanarak deneyimledi. 
Öte yandan yalnız değildi Direniş, dünyanın her yanından insanlar 'Solidarity to Turkey, Solidarity to Gezi Parki' diye haykırdı.
Değişim, değişmek zordur, sancılıdır ama güzeldir. Hiç birşey bir günde, bir haftada olmaz. Önümüzde daha uzun bir yol var, ama bu yol umut dolu. Artık her yeni günde daha umut dolu uyanıyoruz, korkmuyoruz, gücümüzün farkındayız artık. 
Her düşündüğümüzün artık doğru olmadığını biliyoruz, sorguluyoruz. Üzerinde Diyarbakır yazan tomaları görünce anladık Doğu'daki insanların neler çektiğini; anladık medyanın bizi nasıl uyuttuğunu bu güne kadar. Sosyal medyayı nasıl kullanmamız gerektiğini anladık, her yazılana eyvallah dememeyi öğrendik.
Ben kendi adıma artık yalnız olmadığımı biliyorum, benim gibi düşünen bir kaç kişinin olmadığını biliyorum artık. Yeni dostlar edindim, bazı dostluklarımı perçinledim, bazı insanları da elemek zorunda kaldım hayatımdan. Kalbim şimdi her zamankinden daha güçlü atıyor tüm yoldaşlar için, tüm insanlık için. Yol uzun, taşlı, topraklı, ama umut dolu, güzelliklerle dolu. Bazen koşacağız, bazen duracağız, ama hep ileri hep ileri.
Sevgilerimle

    

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Bir Şehrin Karanlık Yüzü

Dün gece CBS Reality kanalında '24 hours to kill' diye bir programa takıldım kaldım. İlgimi çeken Dublin'de 2001 yılında işlenen bir cinayeti anlatıyor olmasıydı. Oldum olası bu tür olaylara ilgim vardır. Boş zamanlarımda seri katillerle ilgili yazıları, mahkeme tutanaklarını okumayı çok severim. Bu bir zevk değil benim için tam tersine kötülüğü çözme arzusu diyelim. Sanki bu gizemi çözersem insanlık daha iyiye gidecekmiş gibi düşünmem. 
Neyse konuya geleyim, 21 yaşında göçmen bir Romen vatandaşı olan Adrian Bestea'nın cesedi Dublin'in güneyinde bulunan Royal Canal'da, bir bavulun içinde atılmış olarak bulunuyor. Garda araştırma yapıyor kimlik tespiti için; televizyonlarda cesedin ve maktülün giydiği kahverengi deri ceketin resmini yayınlıyor. Adrian'ın bir arkadaşı ceketi tanıyor ve polise gidip ihbarda bulunuyor. 
Daha sonra yapılan araştırmada Adrian'ın  Ukraynalı,  Latvialı ve kimliği tam olarak tespit edilememiş ama büyük olasılıkla Latvialı olduğu düşünülen 3 kişi tarafından uzun saatler dövülerek öldürüldüğü bulunuyor. Olay yeri Adrian'ın birlikte yaşadığı kız arkadaşının, Marina, Sandymount'ta bulunan dairesi. Polis daireye gittiğinde her yer kan içinde, kimliği meçhul olan katil zanlısı dışındakiler tutuklanıyor, cezalar veriliyor. Cezalarını çektikten sonrada hepsi ülkeden sınırdışı ediliyor. 
Bu olay gazetelerdeki üçüncü sayfa cinayet haberlerinden herhangi biri. Ama olayın beni etkileyen yönü bu insanların hikayeleri oldu. Bu üç adamı Marina kiralıyor, amaç da Adrian'a dersini vermek. Marina yanlış hatırlamıyorsam Rus ve 31 yaşında o zamanlar. Rusya'da bir kızı var. Dublin'e geliyor, para kazanmak için. O sırada Adrian ile tanışıyor ve birlikte yaşamaya başlıyorlar. Marina çok çalışkan bir kadın, canını dişine takıyor ve bir sürü işte çalışıyor. Polis Marina'nın işverenleriyle konuştuğunda olumsuz tek bir söz söylemiyorlar hakkında. Adrian ise, yaşının da getirdiği umarsızlıkla mı desem, çalışmayı sevmiyor, çok içki içiyor ve sürekli çapkınlık yapıyor. 
Günler geçtikçe işler çığırından çıkıyor elbette ve Marina sürekli olarak şiddet görüyor Adrian'dan. Bir akşam arkadaşlarıyla buluşmak için hazırlanan Marina'yı Adrian boğmaya kalkıyor. Marina kaçmayı başarıp arkadaşlarının yanına gidiyor, yüzü gözü kan revan içinde. Arkadaşlarından biri polise git diyor, diğeri bu üç adamdan bahsediyor ve onların Adrian'a gerekli dersi verip kadının bu kabustan kurtulmasını sağlayabileceğini söylüyor. Marina'nın tek isteği Adrian'ın evden gitmesi. Ve sonra olanlar oluyor, saatler süren işkence, dayak...
Televizyon'da olay üzerinde yapılan yorumlar çok ilginçti; olayın bu hale gelmesine etken olarak Ukraynalı ve Latvialıların Romenleri sevmemesi gösterildi mesela. Bu bir etken olabilir ama cinayetin (sözde) meşrulaştırması için bir neden olarak gösterilemez elbette. 
Burada hangi yabancı ile tanışsam hepsi birbiri hakkında atıp tutar, İrlandalı İngilizi sevmez, Hollandalı Almandan haz etmez gibi gibi.
Bu insanlar göçmen oldukları ve çoğu da kaçak çalıştıkları için bir sorunları olduğunda polise gidemiyorlar, korkuyorlar. Marina şiddet görüyor ama polise gidemiyor ve böyle bir yola başvuruyor. Sonucu belli ama sonucunu göremediği trajik bir olayların kurbanı oluyor. Kendini güvende hissedemediği bir dünyanın içinde adaleti adaletsiz yollardan yerine getirmeye çalışıyor.
Kim bilir kaç Adrian, Marina şu anda buna benzer olaylar yaşıyor? Ya sineye çekip kaderine razı olmak zorunda kalıyor ya da tünelin sonundaki ışığı görmeye çalışıyor? Bu dünyada herkesin amacı aynı insanca yaşamak, mutlu olmak, bu kimilerine altın tepside sunuluyor kimine sadece ve sadece bir hayal. 
Nereden girdiniz hayatıma Adrian ve Marina? Ben mutlu mesut yaşayacaktım küçük dünyamda, yarın ne giyeceğimi düşünecektim ya da ne yiyeceğimi. Huzursuz ettiniz beni, sizin yüzünüzden kapımı sıkı sıkı kilitledim, uyuyamadım. 
Dublin May 25, 2013.        

24 Mayıs 2013 Cuma

İÇKİ YASAĞI ÜZERİNE SIĞ DÜŞÜNCELER

Bu konuda çok da fikir beyan etmek istemiyordum ama yazmaya karar verdim. Bunun nedeni de sosyal medyada paylaşılan yazılar, resimler. 

Bence biz yine yanlış yerden bakıyoruz olaya ve yanlış şeyleri protesto ediyoruz. Yasağın içeriğine girmek istemiyorum çünkü esas konu bu değil. Daha önce de sigara yasağı kondu, büyük çoğunluk 'oh nefes aldık, merhaba sağlıklı yaşam' dedi ve sigara tiryakileri pek de seslerini çıkarmadı. Şimdi aynı şey içki için söz konusu. Ama nedense daha çok tepki çekti bu olay, buradan  içki zararlı değil çıkarımı yapılamaz elbette.
Aslında içki bütün ülkelerin problemi, daha çok da bireylerin, kimbilir kaç aile dağıldı bu yüzden, kaç insan yitti gitti. Yürürlüğe konan yasakların hemen hepsi Avrupa ülkelerinde uygulanan yasaklar, belli saatler içinde içki satın alamazsınız mesela, halka açık yerlerde içki içemezsiniz, yaş sınırı uygulaması vardır, ancak belli yerler içki satabilir, normal zamanda içki satan yerler yine bazı özel günlerde içki satışı yapamaz. Pek çok ülkede içkili araba kullanmanın ağır yaptırımları vardır.
İrlanda'da, örneğin, bu yasaklar mevcut, ancak tabii ki toptan yasaklanamaz. Çünkü sisteme aykırı, İrlanda devleti koskaca Guinness fabrikası kapatmaz, ekonomiye büyük darbe vurur, kendi eliyle kendi ölümünü hazırlar bir anlamda.
Benim itirazım olan konu ise ülkenin içinde bir sürü yasaklar var onlara neden bu kadar tepki göstermedik. Sesleri duyar gibiyim 'hayır gösterdik' ya da 'gösteriyoruz' diye ama durum hiç de öyle değil.
Türkiye bugünlere 10 yıl önce gelmedi, bu yarım asırdan fazladır bastırılmış seslerin dışa vurumu, daha da önemlisi intikamı.
Türbanlı 'kadın'lar üniversitelerde okuyamadı başları kapalı diye. Eğitim herkesin hakkı ama onlara bu yol kapandı. Gerekçe de laikliğin elden gittiğiydi.  Yıllarca laiklik edebiyatı dinledik, o zamanlar bu hak verilseydi onlara ne güzel olurdu. Ama verilmedi, halk halka düşman oldu. Laikliğin ölçüsü türban mıydı yani? Bu boş safsatadan başka bir değil(di). Çünkü biz kendi içimizde o kadar çok çelişki içindeyiz ki. En basit soru şu herhalde: Devletin bana verdiği nüfus cüzdanında din hanesi varsa laiklikten söz edilebilir mi? Bence edilemez. Şimdi gelelim işin retorik kısmına ben bu nüfus cüzdanını aldım, orada yazıyor 'Adı, Soyadı, Doğum yeri, Dini'. İtirazım olmadığına göre bu bilgileri kabul ediyorum.  Ee her dinde içki yasak değil mi? O zaman neyi protesto ediyorum? Ne tuhaf bir mantık değil mi? Dinimin onaylanmasını kabul ediyorum devlet tarafından, din zaten belli dayatmaları olan bir sistem. O zaman onun gereklerine göre davranmam gerek.
Ama olmaz öyle şey! Benim dinimden devlete ne, benim inancımı devlet mi belirleyecek. O zaman benim itiraz edeceğim şey içki yasağından çok daha büyük bir şey.
Bir yandan devlet yasak koyar, öte yandan içki üreticileri içki üretip satmaya devam eder. Devlet buna bir şey demez, paralar, elde edilen kârlar cebe indirilir. Ne yaman çelişki. Bu çelişkinin ortasında kalan bireyse uğraşır da uğraşır, kafa yorar. Bunalıma girer, kar peşinde koşanların oyuncağı olur. 
Bizim sorgulamamız gereken sistemdir, hükümetler gelir geçer, ama değişmeyen sistemdir. Çünkü para ve birilerinin cebine giren kârdır onların sistemini işleten. Bunu görmedikçe daha çok bunalım yaşayacağız, daha çok 'ergence' çıkışlar yapacağız.
Bu işler hep bana ile olmuyor, bana dokunmayan yılan bin yaşasınla olmuyor işte. Ben anadilimle konuşayım öteki beni ilgilendirmezle olmuyor. Olmuyor da olmuyor işte. Benim için bireyin en temel ihtiyaçları -eğitim, kendi dilini konuşma, düşüncelerini dile getirme, yazı yazma vs- devlet tarafından korunmaya alınmadığı sürece içki miçki bahane olur.    
   

Hüzün

Bu kavram, bu duygu bir türlü peşimi bırakmıyor, senelerce aklıma gelmiyor ama bir anda ve özellikle zayıf bir anımda beni yakalıyor. Hem gü...